Arada bir “Ben demiştim!” demenin suçlu keyfini yaşayabiliyor insan. Kuşkusuz aşağıdaki (2000 tarihli) yazı parçasını okuyunca “Ben Dylan’ın Nobel alacağını önceden bilmiştim!” demediğimi göreceksiniz. Şarkı yazarı, çağımızın “Gezgin Ozanı”dır. Edebiyat geleneğinin içinden (ya da onunla aynı atadan) gelir. Marifetlerinin arasında 200’den fazla şarkı yazmak da olan Rabindranath Tagore’a 1913’te Nobel veren komite, aynı şeyi 2016’da bir kez daha yaptığında bu kadar da şaşırmamak gerek. Aslında Nobel filan da umurumda değil. Kuşkusuz Dylan o ödülü reddetse çok daha mutlu olurdum. Ama bugünkü Dylan o radikallikten çok uzak artık; muhtemelen yapmaz. Tabii ki o alıntıda Cohen için söylemiş olduğum şeylerin önemli bir kısmını (tamamını değil) Dylan için de söylenmiş sayabilirsiniz. Ödülü Cohen alsaydı, sevincim de, bu “tarihsel ironi” karşısında duyduğum hınzırca keyif de daha büyük olurdu kuşkusuz. Ama ne yapalım ki Dylan daha kıdemli: O ilk albümünü 1962’de yayınlamıştı, Cohen ise 1967’de.
Girizgahı fazla uzatmadan, 2000’de, Şarkı Okuma Kitabı‘nın Girişinde ne demiş olduğumu kısaca aktarayım, bir de Dylan şiir/şarkısı ekleyeyim sonuna:
(Şarkı Okuma Kitabı. “Giriş: Ses ve Söz”; Metis Yayınları, Genişletilmiş tekrar basım, 2009, s. 16-17)
[…] Yani kısacası, benim için “şarkı sözü” müziğin bir aksesuarı olmadı hiçbir zaman. Söz ve müzik daima bir bütündü. Sözünü anlamadan müziği de yeterince takdir edemeyeceğimi bildim hep. Nasıl olmasın ki: Küçük yaşlarımdan beri müzikte kahramanlarım Bob Dylan ve Leonard Cohen’di: İkisi de şarkı yazarı ve şair. Onları örnek alarak başladım şarkı söylemeye. Ama Cohen şarkıları söylediğimde bir yandan da Cohen’in şarkı olmamış şiirlerini okuyordum. Hele Cohen’i hepimiz için “Cohen” yapan şarkının, Suzanne’in aslında “Suzanne Takes You Down” adlı bir şiir olduğunu, 1966’da, Parasites of Heaven (Cennetin Asalakları) adlı kitapta yayımlandığını, Cohen’in bir gün Montreal-New York arası bir şehirlerarası telefon konuşmasında Judy Collins’e şiirini okurken telefon başında şarkıyı bestelediğini öğrendiğimde diyecek bir şey kalmamıştı artık. Şarkı sözü şiirdi: Özel bir şiir türü, ama gene de şiir. O yüzden şiir gibi okunmayı, şiir gibi yaşanmayı da hak ediyordu.
Ancak hem şiirin sınırlı, kendine özgü kuralları olan bir türü, hem de şiirden fazla bir şey. Yoksa oldukça tanınmış (ya da tanınmaya başlamış) bir şair olan Cohen ne diye bir de şarkıcılık/şarkı yazarlığı macerasına girsindi ki? Eğer insanlara söyleyecek bir şeyiniz olduğuna inanıyorsanız, yazarsınız. Ancak beyaz üzerinde siyahın sınırlı bir ikna ediciliği, sınırlı bir gücü vardır. Bu güç de genellikle okumaya alışkın, söz’ün büyüsüne kapılmaya hazır insanlar üzerinde etkilidir. Oysa şarkı iki dillidir, sözüyle ve sesiyle kavrar, ikna etmeye çalışmaz ama ağza, zihne takılır. On dört yaşında dinlenen bir şarkı bazen otuzlarında yakalar insanı, esir alır, kendine bağlar, kendini yaşatır.
Sizi bir kere bir yerinizden yakalamış olan bir şarkı, bir zaman aralığından sonra yeniden karşınıza çıktığında yaşayacağınız kavuşma sevinci, eski bir dostla en umulmadık bir zamanda yeniden karşılaşmanın sevincini hiç aratmaz. Her şey ne kadar tanıdık, ne kadar yenidir. Duyduğunuz her dize, her melodi parçacığı sizi bir yandan gerilere götürürken, bir yandan da o güne kadar hiç düşünmediğiniz yeni, farklı anlamlar kazanır.
[…]
Şiir ve şarkı sözünün farklı “raconları” ve farklı tüketilişleri var mutlaka. Bu farklı raconlar da müzikle şiirin farklı faaliyet ve üretim alanları olarak sınırlanmış olmasından doğuyor. Toplumsal işbölümünden yalnızca iktisat metinlerinde bahsedecek değiliz ya; işte burada da karşımızda. Toplumsal işbölümü insan faaliyeti alanları arasına bir duvar çeker, bir faaliyeti, bir üretimi diğerine kapatır. Her alan kendi kurallarını, kendi “raconunu”, kendi yeniden üretim koşullarını oluşturur; artık “dışarıdan” gelecek müdahalelere tahammül edilemez. Böylece bir yandan dev bir müzik sanayii oluşup müzisyenleri ve müzisyen adaylarını dev değirmen taşları gibi öğütmeye, ya yok etmeye ya da budayarak ortalamaya uydurmaya, sıradanlaştırmaya başlar; bir yandan da sanayileşebilecek kadar yaygın bir tüketici kitlesi olmayan şiir, kendine jüriler, yarışmalar, özel yayın organları ve ödüllerden kurulu seçkinci bir lonca sistemi üretir. Şiirle müzik arasında duruyorsanız, tercihiniz kırk katırla kırk satır arasındadır: Ya daha popüler olduğu için sanayileşmiş, kapitalistleşmiş olan müzik alanına girip “serbest piyasa” koşullarına kurban gideceksiniz, ya da pre-kapitalist lonca sistemi içinde kalan şiirin alanına kapanıp, bir gün seçkinlerin kaymak tabakasının gözüne gireceğiniz anı bekleyeceksiniz.
Leonard Cohen tam da bunu yapmayı reddettiği için her zaman benim bir numaralı kahramanım oldu. Yoksa Kanada gibi bir ülkenin bir numaralı çağdaş şairi olmak, hatta ABD’de de edebi entelijensiyanın kaymak tabakasına dâhil olmak işten bile değildi onun için. Oysa Cohen kalktı bir şarkı yazarı oldu, şarkı söyledi. Bunu yaparken de bir sürü düşman kazandı: Müzik piyasası onu çok uzun bir süre kabul etmedi, sınırda bekletti. Cazcılar onu “basit” olmakla, rockçular “sıkıcı” olmakla suçladı. Bunların büyük çoğunluğu da Cohen’in şiirlerini dinleyip o söz ve o müzik arasındaki ince, karmaşık bağlantıyı anlamaya çalışmadı. Çünkü tam da o bağlantı, kendi alanına kapanmış sanat türlerinin varlığı için bir tehdit oluşturuyordu…
All Along The Watchtower
“There must be some way out of here,” said the joker to the thief
“There’s too much confusion, I can’t get no relief
Businessmen, they drink my wine, plowmen dig my earth
None of them along the line know what any of it is worth”
“No reason to get excited,” the thief, he kindly spoke
“There are many here among us who feel that life is but a joke
But you and I, we’ve been through that, and this is not our fate
So let us not talk falsely now, the hour is getting late”
All along the watchtower, princes kept the view
While all the women came and went, barefoot servants, too
Outside in the distance a wildcat did growl
Two riders were approaching, the wind began to howl
Gözetleme Kulesi Boyunca
“Buradan bir çıkış olmalı” dedi soytarı hırsıza
“Bir keşmekeş burası, bir huzur yok bana
Şarabımı içti tüccarlar, toprağımı eşti çiftçiler
Hiçbiri o zaman bunun kıymetini bilmediler”
“Telaşa mahal yok” dedi hırsız usulca
“Çoğumuza göre hayat bir şakadan ibaret yalnızca
Ama sen ve ben, gördük geçirdik bunları, kaderimiz değil bu
Yalan yanlış konuşmayalım şimdi, saat artık geç oldu.”
Gözetleme kulesi boyunca, manzaraya hâkimdi efendiler
Gelip geçerken tüm kadınlar ve yalınayak hizmetçiler
Bir yabankedisi uzaklardan tısladı
İki atlı yaklaşırken rüzgâr ulumaya başladı
(Çeviren: Ezgi Keskinsoy)