Şimdi Erkeklik Zamanı Değil

Steven Frost, Rules of the Marquess of Queensberry, 2010

Son günlerde hızla tırmanan kadına karşı şiddet olayları ve cinayetler yeniden gündemimiz oldu. Bunun şimdilik en önemli (olumlu) etkisi ise İstanbul Sözleşmesi’ni savunma konusunda epeyce geniş bir toplumsal mutabakatın sağlanması, ‘Çıkalım!’cıların irice de olsa bir azınlıktan ibaret kaldığının iyice belli olması. Bu tabii ki meselenin sadece o sözleşmeyi savunarak çözüleceğini göstermiyor. Birincisi, sözleşme yürürlükte de olsa onu uygulatmak gibi bir sorun var, ki bu özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı (en azından bu haliyle) ortadan kalkmadan, ve kolluk ve yargı kurumlarının neredeyse tümüne egemen olan kadın, LGBTİ+ ve özgürlük düşmanı ittifak yenilmeden tam olarak mümkün değil. İkincisi, İstanbul Sözleşmesi de kadına karşı şiddetin ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin mutlak bir panzehri değil zaten: o sadece uluslararası bir yasal düzenleme; toplumsal ve kültürel yapıda köklü değişimler olmadan, yasanın uygulayıcıları o yasanın sadece lafzına değil esasına da ikna olmadan, sorunu kökünden çözmesi mümkün değil. Ancak, gene şimdilik kaydıyla, İstanbul Sözleşmesi’ni savunmak, ‘İstanbul Sözleşmesi Yaşatır! 6284’ü Uygula!’ diye haykırmak, bugün için en anlamlı politik mevziyi oluşturmamızı sağlayacağından, bu çekinceler askıya alınabilir.

Pınar Gültekin’in katledilmesinin ardından yaygınlaşan tartışmalardan biri de (‘Hak etmiş, zaten evli erkekle ne işi vardı, bağ evine neden gitmiş,’ gibi sabuklamaları saymıyorum bile), kadından yana görünüp ‘abi şefkatiyle’ edilen tavsiyeler. Hepsi de dönüp dolaşıp ‘Canım, kadınlar, siz de birlikte olacağınız erkeği doğru seçin,’ noktasına varıyor. Bu tavır, özellikle (ben dahil) erkeklere ilk duyuşta doğru, en azından bir tür haklılık barındırır gibi göründüğü için özellikle çok tehlikeli. Suçu kısmen de olsa dönüp dolaşıp kurbanın hanesine yazdığı için değil yalnızca. Birçok açıdan tehlikeli; ama ben, en azından benim aklımın başıma gelmesini sağlayan bir örnek üzerinden, bir yanını söylemek istiyorum.

İsim vermeyeceğim, ama Twitter’da, Pınar Gültekin’in kayboluşundan sonra ‘O da kayboldu, başına ne geldi acaba?’ diye gündeme getirilen bir kadın, ‘Merak etmeyin, sağ ve sıhhatteyim, lütfen bu paylaşımlara son verin, ailemin yanına dönmeyeceğim,’ mealinde bir paylaşım yaptı. En kötü ihtimali, yani hesabının ele geçirilmiş olabileceğini aklıma getirmek bile istemiyorum; umarım bunu yazan kendisidir ve gerçekten sıhhattedir. Bu tweet kadınlara ‘akıl verenleri’ uyandırmalı artık: Tabii ki yalnızca kadınlar değil hepimiz zaman zaman (bazen çoğu zaman) bize kötü gelecek, zararlı olacak, hatta geri dönüşsüz hasarlar verebilecek ilişkileri seçebiliriz. Bunun çeşitli nedenleri olabilir. Bu nedenlerin görünürde en yaygını (ve en azından başlangıç aşamasında toplumsal cinsiyetten bağımsız gibi görüneni), baba-egemen düzen tarafından doğum anından itibaren dayatılmış, nedensiz ve tabii ki haksız bir suçluluk duygusundan kaynaklanan kendine zarar verme ihtiyacı, ‘intropunitive’ (sanıyorum ‘özyıkımcı’ diye çevriliyor Türkçe’ye, sevimsiz bir çeviri ama ne yapalım), kendine yönelik bir şiddet duygusudur. Ailenin yasası özellikle cinsellikle ilgili her durumda yasaklar ve ‘suçlar’ üzerine kurulu olduğu için, her arzumuz, her fiilimiz, hatta her merakımız bile birer suç olur çıkar. Hele bu arzu, fiil ya da merak ‘normal’ olarak kabul edilen dizgenin dışında bir yere yöneliyorsa (ki ‘normal’ denilen şey sımsıkı bir cendere olduğu için çoğunlukla böyle olur zaten), daha kendimizi bildiğimiz andan itibaren suçlu kabul ediliriz. Üstelik ailemizin değer yargıları dışında bir referans sistemimiz de henüz oluşmamış olduğu için buna kendimiz de inanırız. O zaman hayatımızın geri kalanı, daha çocukluktan başlayan bu ‘suçumuzu’ cezalandırmaya çalışmakla geçebilir.

Bir kere daha düşünürsek, bunun da aslında toplumsal cinsiyetten sandığımız kadar bağımsız olmadığını görebiliriz. Erkekler her zaman orta ve uzun vadede bu özyıkımcı şiddeti dışarıya, öteki’ye yönlendirme şansına sahiptirler. Bu ‘öteki’ de kadınlar, çocuklar ve hayatlarını ‘normal’in dışında yaşayan (bunu bilerek seçen, ya da zaten başka türlü yaşayamayan) kişilerdir. Çoğu erkek kendine yönelik bu şiddetin acısını her gün bu ‘öteki’lerden çıkarır, kendi muhayyel ‘suçunu’ dışarıya yansıtır, hiç durmadan intikam alır. Bunu yapabilir, çünkü arkasında onu destekleyecek, haklı çıkaracak, en azından bahaneler sunacak devasa bir baba-egemen düzen vardır. Kadınlarsa bu ‘avantaja’ sahip olmadıklarından, uzun vadede de bu özyıkımcılık cenderesine yakalanır kalırlar; böylece de onları fiziksel ve duygusal olarak gerçekten yıkmak için hazır bekleyen eril şiddetin eline fırsat üstüne fırsat, bahane üstüne bahane geçmiş olur. Ancak bu, o şiddeti haklı çıkarmaz, tersine daha da alçakça, daha de korkunç hale getirir. Kadınların daha çocukluktan başlayarak kendilerini suçlu hissetmek zorunda bırakıldıkları yetmiyormuş gibi, bu ‘suç’ hayatlarının tümüne yayılır, çevrelerindeki, en yakınlarındaki erkekler tarafından tekrarlana tekrarlana bir yaşam tarzına, bir tür kadere dönüşür çıkar.

Ancak benim tartışmak istediğim esas konu bu da değil. Sözünü ettiğim tweetteki, odanın ortasında duran filin ta kendisi: Kadınlar (bazen erkekler de, ama büyük çoğunlukla kadınlar), kendilerine zarar verecek, aşağılayacak, dövecek, öldürecek erkeklere doğru salaklıklarından, saflıklarından ya da kendilerine zarar verme arzularından koşmuyorlar. Daha doğrusu, onlar bir şeye, birine doğru koşmuyorlar zaten; bir şeyden kaçıyorlar. Kaçtıkları şey ise o tweette ‘dönmeyeceğim’ denilen kurum, yani ‘aile’. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun Mart 2020 Raporu’nda şunu görüyoruz: ‘Mart ayında öldürülen 29 kadının 4’ünün kim tarafından öldürüldüğü tespit edilememiştir. 9’u evli oldukları erkek, 5’i birlikte oldukları erkek, 4’ü tanıdık/akraba, 2’si eskiden evli olduğu erkek, 2’si oğlu, 1’i babası, 1’i eskiden birlikte olduğu erkek, 1’i de kardeşi  tarafından öldürülmüştür.’ Yani kısacası, faili belli 25 cinayetin 17’si koca/eski koca/partner/eski partner tarafından, 8’i, yani neredeyse üçte biri ise ‘aile’ tarafından işlenmiş. Yani kadınlara karşı suçlar yalnızca kocalar, partnerler ve sevgililer tarafından işlenmiyor, ‘aile’ kurumu da en önemli suç ortaklarından biri.

Ancak ‘aile’ esas olarak ‘öldürdüğü’ için kaçılan bir şey değil, o, işin ifrada varmış kısmı: Tersine öldürmek yerine bastırdığı, ezdiği, sürekli, sonu gelmeyecek gibi görünen bir fiziksel, duygusal ve psikolojik şiddet uyguladığı için kaçmaya çalışıyor kadınlar oradan. Baba ve ağabey yasaklarından, hakaretinden ve dayağından, baba/amca/dede tacizinden ve bazen tecavüzünden, belki de bunlar kadar beter olan anne sessizliğinden ve suç ortaklığından o kadar yılıyorlar ki kadınlar, bu ‘şefkat ve huzur’ kurumundan kurtulmanın hayaliyle yaşar oluyorlar. Çoğu kadın buradan ‘kurtulmak’ için, fazlaca kılı kırk yarmadan, biraz insana benzeyen, ele geçirme/fetih aşamasındaki her erkek gibi ‘anlayışlı/aşık/sevecen’ görünen (ama bunu biraz becerikli bir şekilde yapan, tercihan çizdiği görüntüye kendisi de inanan) ilk adaya doğru hızla uzaklaşıyor. Tabii ki o ‘anlayışlı/aşık/sevecen’ görüntü, fetih harekatı tamamlanınca hızla (ya da yavaşça, kişiye göre değişir) sona eriyor, kadınlar da yağmurdan kaçarken doluya tutulduklarını, ya da daha acımasız olan İngilizce versiyonunu çevirirsek, ‘Tavadan kaçıp ateşe düştüklerini’ fark ediyorlar sonunda. Bu aşamada siz ne kadar ‘Kadınlar, birlikte olacağınız erkeği doğru seçin!’ tavsiyesi verirseniz verin, iş işten geçmiş oluyor zaten.

O yüzden iyisi mi, biz erkekler bu tavsiyeleri bir yana bırakalım. Şiddete uğrayan, öldürülen kadınlar salak değil, gönüllü de değil, şiddetten, ölüm riski altında yaşamaktan sapıkça bir zevk de almıyorlar. Onları baba evinin fiziksel/duygusal/psikolojik şiddeti ile koca evinin fiziksel/duygusal/psikolojik şiddeti arasında, kırk katır ile kırk satır arasında çaresiz kılan, bu ikisinden başka gidecek yer, varolacak alan bırakmayan baba-egemen düzenin elinden kurtulmanın kendilerince bir yolunu ararken berhava olup gidiyorlar.

Eğer ‘abilik etmeye’ çok hevesimiz varsa, bu çıkışsız düzenin neresinden kırılacağını, nasıl bozulacağını, kadınlara kendi başlarına, baba ya da koca kanadı altına girmeden varolabilecekleri hayat alanlarının nasıl açılabileceğini düşünerek başlayalım işe. O alanları biz açmayacağız, yollarından çekilsek, araziyi ‘fuzuli işgal’ etmesek yeter. Ve bunu yaparken de nalıncı keseri gibi kendimizden yana yontmayalım, önce hangi ayrıcalıklarımızdan nasıl vazgeçebileceğimizi hesaplayalım (‘Hepsinden!’ demeyelim aceleyle, yalan olur). İlk olarak da o ‘Öğüt verme, farklı erkek olma, öteki erkeklere benzememe ayrıcalığımızı’ bir yana bırakmakla başlayalım; böylece en azından samimi olabileceğimize dair bir ipucu vermiş oluruz kadınlara.