Dışkı, “Başarı” ve Entelektüel Kibir

Narcissus, Caravaggio
Aşağıdaki yazıyı sekiz yıl önce, 2015'te yazmış, ama (herhalde pek de önemsemediğim için) yayımlamak yerine academia.edu sitesine koymakla yetinmiştim. Sekiz yıldır yazının konusu olan şahsın ünü aldı yürüdü (YouTube, Fatih Altaylı ve İlber Ortaylı sağolsunlar). Seveni de sevmeyeni de arttı, küfreden ve biat eden çoğaldı. Bense bu tür narsistik figürlerin hem övgüden hem de küfürden beslendiklerini, iki yolla da serpilip geliştiklerini bildiğim için, adını anmamayı seçmekle yetindim (nitekim bakın, burada da anmıyorum). Ancak Şubat 2023 depreminden sonra yeniden şiddetle gündeme geldi hazret. Bense sekiz yıl önce söylediklerime ekleyecek pek bir şey bulamadığımdan, aynı yazıyı bu kez kendi sitemde yayınlıyorum. İster istemez sık sık adı geçecek burada, ama ne yapayım, yazı eski. Yanlış anlaşılmasın, kendisinden nefret ediyor filan değilim. Daha doğrusu arada bir nefret etmeye niyetleniyorum, ama 1970'lerde Robert Kolej'de sınıf arkadaşı olmuş arkadaşlarımın anlattığına göre lise koridorlarında “Sieg Heil!” selamı vererek gezinen, ilgi görmek için kendini paralayan ergen (ki o tarihten beri bu anlamda pek de büyümüş gibi görünmüyor) gözümün önüne geliyor, bir gülme alıyor, edemiyorum.
Yazıda açık arayla haksız çıktığım çok önemli bir nokta var: Kazandığı ünün “on beş dakikalık bir Andy Warhol ünü” olacağı öngörüsünde bulunmuşum 2015'te. Kuşkusuz bu, sosyal medya çağının olanaklarını pek de iyi anlamamış olduğumu gösteriyor. Ayrıca ona ilk şöhretini kazandıran ilk ivmenin bir doğal afet olduğunu, bu tür afetlerin ise bizim niyetlerimizden bağımsız olarak tekrarlanabileceğini de hesaba katmamışım, nitekim öyle de oldu. Keşke o afetin yıkıcı sonuçları, sözkonusu şahısın ününü tazelemekle sınırlı kalsaydı. Keşke!

Jeolog Celal Şengör’ün 12 Eylül darbesini ve o darbeyi gerçekleştiren “komutanlarını” övmeye çalışırken, darbe günlerinde cezaevlerine insanlara dışkı yedirildiğinin hatırlatılması üzerine “İnsana dışkı yedirmek işkence değildir,” beyanında bulunması, uzayıp giden bir tartışmaya yol açtı. Ali Nesin’in Şengör’ü savunmasa da, onu eleştiren ve hatta üyesi olduğu Amerikan Bilimler Akademisi’nden atılması için imza toplayan (görece genç) akademisyenlere çatarak, “Haddiniz değil,” “Şengör bizim değerimizdir” ve “Oturun ve ‘o kim, ben kim, o hayatta ne yaptı, ben ne yaptım’ diye bir düşünün,” ifadelerini kullanması da tartışmayı yeni bir platforma taşıdı. Aslında uzatılacak bir yanı olmayan bir tartışmayı neden uzatmayı seçtiğimi birkaç cümleyle açıklayarak başlayayım.

  1. Celal Şengör (bence) bir jeolog olarak başarıları ya da yetkinliği bir yana, toplumsal olan üzerine, felsefi çağrışımları olan bir alanda bilir-bilmez konuştuğu, haddini ve edep sınırlarını aşan şeyler söylediği için eleştiriliyor.
  2. Öte yandan Ali Nesin’in tabiriyle “linç edilmesi”, üye olduğu uluslararası kuruluşlardan atılması için girişimlerde bulunulması ise bence şiddetle anlamsız. Eğer nefret söyleminde bulunduğu düşünülüyorsa (ki bence bulunmuyor) bunun kanıtlanması gerekir. O zaman diyecek söz olmaz.
  3. Ali Nesin’in Şengör’ün “uluslararası başarılarına” işaret ederek ona sağlamaya çalıştığı dokunulmazlık zırhı ise ayrıca tartışılmalıdır. Şengör’ün beyanları, her ne kadar entelektüel etik değerleri yerle yeksan etse de, “ifade özgürlüğü” açısından savunulabilir elbette. Ancak onu da acımasızca eleştirme hakkı saklı kalmak ve bu hakkı kullananlara “Haddinizi bilin!” ya da “Siz kim oluyorsunuz!” türünden büyüklenici, seçkinci, yukarıdan bakan ifadelerle saldırmamak kaydı ile.
  4. Öte yandan Ali Nesin’in Şengör için sağlamaya çalıştığı dokunulmazlık zırhı, kendisi için geçerlidir. Yani, Şengör’ü savunmak için ettiği laflar bahane edilerek ona topyekûn saldırıda bulunmak yanlıştır. Bize düşen Ali Nesin’i kendi hatalarından da korumaktır.

Şimdi gelelim işin esasına.

Celal Şengör kıymetli bir jeolog olabilir, onun jeologluğunu değerlendirme konusunda ne yetkiliyim, ne de hevesli. Ancak uzunca bir süredir, yani “İstanbul’da 7,6 büyüklüğünde deprem olacak, tsunami olacak, feci şekilde can vereceğiz,” kıvamındaki sansasyonel laflarının (ki geri planında ciddi bilimsel çalışmalar olsa da üslubun “sansasyonel” olduğunu anlamak ve söylemek için jeolog olmaya gerek yok) hükmü yavaş yavaş kaybolalı beri, Şengör aklın alabileceği her konuda benzer provokatiflikte, çoğu mesnetsiz ve zaman zaman da edepsiz lafları ortaya saçarak gündemi işgal etmeyi sürdürmeye çalışıyor.

Örnekleyelim. Mesela bir ara Enver Aysever’le yaptığı bir söyleşide Marx’a cahil, Hegel’e de salak demiş. Ali Nesin’i izleyecek olursam, Marx ve Hegel benim “değerlerim” arasına girer (Şengör girmez). Dolayısıyla, Şengör’ü “Haddini bilmeye” çağırma hakkım doğar. Çünkü benim “değer” derken anladığım şey “milli değer” değildir. Türkiye’den çıkmış birinin kazandığı “başarı” benim özel olarak “göğsümü kabartmaz”; başarının kendisinin ne olduğuna bakarım. Aynı şekilde Aziz Sancar’ın ve Orhan Pamuk’un Nobel almaları, onları da benim için “değer” kılmaya yetmez, yaptıkları işin ne olduğu önemlidir. Son değerlendirmede ikisini de kabullenirim muhtemelen. Çünkü etik duruşları (benim katılmadığım birçok yanları olmasına rağmen), onları “değer” kılar. Bu tür değerlerin ulus-devlet bakış açısından, “‘Bizimkiler’ düvel-i muazzama nezdinde başarı kazandı, haydi sevinelim!” mantığıyla oluşması son derece sakıncalıdır. Dolayısıyla onlara hiçbir entelektüel dokunulmazlık da sağlamaz, sağlamaması gerekir.

Oysa ikisi de Alman olan Marx ve Hegel, benim “değerlerimdir”; o yüzden mesela Marx’ın kötü bir baba, seksist bir cinsel muhafazakâr olmasını (en azından konu bu olmadığı sürece) görmezden gelebilirim. Onlara cahil ve salak diyen cahil ve salaklara ağzının payını vermekten, “haddin değil” demekten de geri durmam. Büyük başarılar elde ettikleri, şu cemiyete üye, bu üniversitede konuk öğretim üyesi oldukları, şu ya da bu ödülleri topladıkları için değil. Yani kısacası, “başarılarından” dolayı değil. “Başarı”nın bu tür konularda kıstas olması (biraz düşünse Ali Nesin’in de kabul edebileceği üzre), kapitalizmin ve onun ideolojilerinin bize dayattığı bir şeydir. Marx sağlığında “başarılı” filan değildi. Arkadaşının inayetiyle geçimini zar zor sağlayan, yazdığı çoğu şeyi bitirip yayınlamayı bile becerememiş bir düşünürdü. Onun “değer” olması, entelektüel ufku Karl Popper’ı bir milim bile aşamayan Şengör gibilerinin anlaması mümkün olmayan bir nedenledir; dünyayı kavrama biçimimizde bir “Aufhebung” (Hegel’in o eşsiz ve çevrilmesi mümkün olmayan tabiri: Bir çelişkinin iki kutbunu hep kapsayıp hem de olumsuzlayarak aşma) yarattığı içindir.

Şimdi, linçe kalkışmadan, hakaret etmeden, Ali Nesin’e soralım: Şengör’e Hegel’e “salak” deme hakkını veren, bizlerden ise ona “salak” deme hakkını esirgeyen, muhteremin “düvel-i muazzama nezdinde, Türk’ün göğsünü kabartan” başarıları mıdır? Eğer kasıt buysa, maalesef Nesin’in yaptığı (kendisinin bu tartışma boyunca adını sık sık hayırla andığı) Murat Belge’nin tabiriyle “Türk’ün Türk’e propagandasından” başka bir şey değildir. Adı geçmişken, bir adım ileriye giderek Murat Belge’den bahsetmek gerek:

Ali Nesin’in “dokunulmazları” arasında dört isim geçiyor: Celal Şengör, Orhan Pamuk, Fazıl Say ve Murat Belge. Dikkatle bakanlar hemen göreceklerdir, bu dört kişi bir “kategori” oluşturmuyor. Şengör, Pamuk ve Say bir kategoride (uluslararası başarılar kazanmışlar, ödüller almışlar, üyelikler ve davetlerle dolu birer CV’leri var), Murat Belge ise başka bir kategoride (bu tür bir “başarısı” neredeyse hiç yok). Ben Nesin’in bu dörtlü için söylediği şeylerin tümünü Murat Belge için gönül rahatlığıyla kabul ederim, diğerleri için ise (kötü uçta Şengör, iyi uçta Pamuk olacak şekilde) az ya da şiddetli çekincelerim olur. Nitekim özellikle son on beş yıldaki (son iki yıl hariç) politik tercihleri konusunda ciddi kuşku ve eleştirilerim olmasına rağmen, Belge’ye bir nevi “dokunulmazlık” tanımayı savunurum. Çünkü benim açımdan Murat Belge, tüm “başarı” mülahazalarını aşan bir etik sınavdan defalarca başarıyla geçmiş, kanaatlerini (doğrusuyla yanlışıyla) maddi çıkar, kişi kayırma, ahbaplık, ikbal beklentisi gibi kaygılarla değiştirmemiş, politik açıdan (bence) en yanlış tezleri savunduğu zaman bile insanlık değerlerini asla elden bırakmamış, büyüklenmemiş, kibre kurban olmamıştır. Bu yüzden benim “değerim”dir. Orhan Pamuk için de benzer şeyler söyleyebilirim, ama kendine özgü bir “ajandası”, her adımının ardında önceden ölçülüp biçilmiş bir hesabı olduğu için ona kefil olamam. Fazıl Say’ın her zaman ne dediğini bildiğinden emin olmadığım için hiç dokunmamayı seçerim. Şengör ise benim açımdan hiçbir etik sınavdan geçemez, “başarısı” her ne ise, onunla ölçüsüz bir kibre sahip olduğu için de savunulamaz bir yerde durur.

Dolayısıyla, Murat Belge’yi bu üç kişiden, özellikle de Şengör’den ayrı tutarak devam edelim tartışmaya.

Şengör’e yönelik öfkenin imza toplamalara, şu ya da bu kuruluştan atılmasını talep etmelere varması ile zaten hiçbir işim olmayacağını baştan belirtmiştim. Ancak bu öfkenin kökünde ne mesela Deniz Gezmiş’e “eşkıya” demesi, ne Hegel’e “salak” demesi var: Eğer iş bununla kalsaydı, Ali Nesin haklı olurdu: Güler geçerdik; onun da “on beş dakikalık şöhret” hakkını kabullenir, başımızı öte yana çevirirdik. Çünkü bu tür şöhretler gerçekten (Türkiye’de bile!) on beş dakika sürer. Bıraksak hızla unutulacak bir saçmalığı tartışmayı uzatarak sürdürmüş olmuyor muyuz? Kuşkusuz; ama bu durum, özellikle Ali Nesin’in savunusuyla bir arada ele alındığında, entelektüel dünya için son derece önemli bir konuyu tartışmaya açma fırsatı sağlıyor: Entelektüel kibir ve bilimsel yöntem arasındaki ilişki.

Celal Şengör saplantılı/takıntılı-çalışkan öğrenci kategorisinde hayata başlamış. Hep “tuhaflıkları” olmuş (ergenliğindeki Nazi hayranlığı gibi). Bu tür öğrenciler (özellikle pozitif bilimlerde) genellikle başarılı olur, ileri yaşlarında ise genellikle vasat/vasat-üstü akademisyenlere dönüşürler. Ancak belli ki Şengör bu “başarı”ya (o tür “biliminsanları”nda seyrek bulunan) bir özellik daha eklemiş: İyi “network” yapma (yani ulusal/uluslararası akademik camiada iyi ilişkiler ağı kurma) becerisi. Bu da onu uluslararası düzeyde önemli bir jeolog haline getirmiş. Hayırlı olsun, buraya kadar (kendisiyle “Merhaba-merhaba” dışında bir ilişki kurmayı aklıma bile getirmeyeceğimi ifade etmek dışında) bir itirazım yok.

Ancak maalesef, bu tarif ettiğim saplantılı/takıntılı ve biraz “tuhaflıkları” olan, çoğu kez de narsisistik kişilik özellikleri gösteren öğrenci/akademisyenler, yaşdönümü zamanlarında bir dönüşüme uğrarlar. Kendi özel ve sınırlı uzmanlık alanlarındaki başarıları yetmez olur, kamusal alanda da kabul ve şöhret peşine düşerler. Şengör 1999 depremi sayesinde bu fırsatı eline geçirdi: Jeologlar ansızın en parlak medya figürlerine dönüşmeye başlayınca, Şengör de “Büyük Türk Jeologu” kartını oynayarak televizyon kanallarında “prime time” almaya başladı. Bu şansını iyi kullanarak, yatıştırıcı, açıklayıcı, temkinli bir görüntü çizmek yerine, medyada ve kamuoyunda zaten varolan panik havasına benzin dökmeyi seçti. Yakın zamanda gerçekleşecek dev deprem kehanetleri, tsunami beklentileri ve “İstanbul yıkılacak” öngörüleriyle kendisini medyanın (hafiften de dalga geçerek) vazgeçemediği bir karaktere dönüştürdü. Bu noktada, daha akl-ı selim sahibi, itidal tavsiye eden jeologları, adları o kadar “büyük” olmasa da tercih edeceğimi söyleyerek bir itiraz dile getirebilirim. Jeoloji uzmanlık alanına hiç girmeden, itirazlarımı kısaca özetleyeyim isterseniz:

Şengör’ün yaratılmasına katkıda bulunduğu panik havası, kökü jeoloji biliminde de olsa, ciddi toplumsal sonuçları olan bir şeydir. İstanbul yapılaşmasının deprem durumunda şiddetle güvensiz olduğunu söylemek için “Büyük Hoca” olmaya gerek yok. 1999’dan beri ağzını açan her jeolog ya da deprem uzmanı, inşaat mühendisi ya da mimar aynı şeyi söylüyor zaten. Mesele bunu söylerken sansasyon diliyle mi, yoksa sorun çözücü bir dille mi konuştuğunuz. Yoksa panik yaratıp şehrin merkezindeki binaları “güvensiz” diye terk ettirerek insanları periferideki yeni TOKİ binalarına kaçmaya teşvik ederseniz, bunun ciddi toplumsal sonuçları olur.

Birincisi, kent merkezinde müthiş bir rant olanağı doğar. Eski binaların bir kısmı yıkılır ya da yüksek maliyetlerle restore edilerek “sağlamlaştırılır”, yıkılanların yerine yüksek fiyatlı yenileri yapılır, Orta Doğu yeni zenginlerine satılır. Merkezdeki nüfus çaresizlikten periferideki, derin temel dışında hiçbir niteliği olmayan, anlamsız, site düzeninde, kent yaşamını kabile düzenine dönüştüren binalara kaymak zorunda kalır. Bu da zaten AKP’nin büyük “kentsel dönüşüm” projesinin hayata geçmesi demektir. İkincisi, kentin merkezi seküler orta sınıfın, “çulsuz” entelektüellerin, bohemlerin, gençlerin elinden alınır, Orta Doğu yeni zenginlerine (ya da AKP eliyle yetişmiş Türkiye yeni zenginlerine) teslim edilir. Yaşam tarzı kökten değişir, Tayyip Erdoğan’ın Belediye Başkanlığı döneminden beri İstanbul için hayalini kurduğu demografik kayma gerçekleşmiş olur.

Şengör’ün amaçladığı bu değildir muhtemelen, ama jeolojik tesbitlerinin, bunları ifade tarzı üzerinden nasıl toplumsal sonuçlar verebileceğini göremediği ortada. Yani kısacası, “Deprem olacak ve çoğumuz öleceğiz” cümlesi (bilimsel metodoloji ile az-çok uğraşan biri olarak) bana bilimsel olmaktan ziyade sansasyondan beslenen sorunlu bir zihnin ürünü gibi geliyor. Panik dilinden rasyonalite çıkmaz. Umursamazlık ya da “Bana bir şey olmaz” irrasyonalitesi kadar tehlikeli yeni bir irrasyonaliteye kapı açılır.

Fakat maalesef, o “Deprem geliyor” paniğinin de sınırlı bir raf ömrü var. Medya kamuoyunu bir süre için paniğe kaptırmayı seçebilir, ama tabiatı gereği paniği kalıcı hale getiremez (getirirse kendi ayağına kurşun sıkmış olur). Dolayısıyla Şengör gibi jeologların “15 dakikalık şöhretleri”, gün geldi sona erdi. Ancak medya figürü olmanın tadını almak tehlikelidir. Bağımlılık yapar. Dolayısıyla da Şengör de kendini uzmanlık alanının dışındaki konulara yöneltti: Politikaya, toplumsal olaylara, yakın tarihe. O zaman da ister istemez ergenliğine rücu ederek, o zamanlardaki “Naziperverliğini”, bu kez de üniforma aşkı ve “Paşam ne eylerse güzel eyler” ifadeleriyle bezeyip tebdil-i kıyafet ettirerek piyasaya sürdü. Gerçek itiraz da burada başlıyor zaten.

Sanıyorum bu tartışmaya katılan hiç kimse Şengör’ün saçmaladığını inkâr etmiyor (eden varsa da ben onlarla tartışmıyorum zaten). Tartışma şurada: Şengör bu hezeyanları sıraladığında, jeoloji alanındaki “Uluslararası Büyük Başarıları” sayesinde bir dokunulmazlık zırhına sahip midir, değil midir? Ali Nesin olduğunu, en azından çoğumuzun bu konuda onu eleştirmemizin “haddimiz olmadığını” söylüyor. Bu iddianın hakikatini farazi bir alternatif durum yaratarak ölçmeye çalışalım: Diyelim ki Orhan Pamuk (Nesin’in “dokunulmazlar” listesinde), Nobel’i aldıktan sonra kendini ansızın matematik alanında pek iddialı hissetti. Sağa sola demeçler vererek Leibniz’in “salak”, Gödel’in “cahil”, olduğunu, Riemann Hipotezi’nin Kafka’nın Şato romanından hareketle kanıtlanabileceğini filan iddia etti. Bir matematikçi olarak Nesin’in (ya da bilimsel metodoloji konusunda kafa yoran herhangi birinin) sessiz kalıp saçmaya “saçma” dememesi mümkün olur muydu? Kuşkusuz bu varsayımım reductio ad absurdum (saçmaya indirgeyerek tartışma) kategorisine giriyor, ama bazen “saçma” ancak saçmaya indirgenerek gösterilebilir.

Sorun şurada: Tabii ki kimse bunun karşısında sessiz kalmaz, sessiz kalınmasını önermezdi (hatta Pamuk’un Nobel ödülünün geri alınmasını savunacak birileri bile çıkardı ki onlara da katılmazdım). Çünkü “pozitif bilimler” konusunda başarılı olmuş birilerinin, ikinci sınıf, hatta “pilavdan”, sayılan sosyal ve beşeri bilimler, felsefe ve edebiyat konusunda bilir-bilmez ahkâm kesmesi hala kabul edilebilir bir şey sayılıyor, ama bunun tersi hala tabu. Eğer “başarılı” bir “pozitif” bilimciyseniz, politika, toplumsal hayat ve felsefe hakkında da “harika çocuk” sayılmayı bekliyorsunuz; Hegel’e sövüp sayabileceğinizi, Marx’ı küçümseyebileceğinizi, politik, kültürel ve toplumsal hayat hakkında ağzınıza geleni söyleyebileceğinizi varsayıyor, herkesin de buna saygı duymasını istiyorsunuz. Ama tersi yapıldığında ansızın akademik unvanlar, uzmanlık alanları devreye giriyor, saçmaladığınız ayan beyan ortada oluyor. Daha da kötüsü, o keyfince konuşan “pozitif bilim harika çocuklarına” itiraz ettiğinizde, başka “pozitif bilim harika çocukları” ortaya çıkıp size haddinizi bildirmeye kalkışıyor. Sanki bilgi evreni “pozitif bilimcilerin” keyfince at oynatabilecekleri bir alan; fizik profesörlüğü, genetik Nobel Ödülü, onlara sahip olan kişilere bedelsiz bir atıp tutma lisansı sağlıyor.

Sağlamıyor. Ayrıca, son dakika haberi, 1926’dan (yani Heisenberg’in “Belirsizlik Makalesi”nden) beri (neredeyse yüz yıl olacak ama bazıları hala anlamayı beceremedi) “pozitif bilim” de sandığınız kadar “pozitif” değil. Fizikçinin sosyologa, jeologun siyaset bilimcisine, matematikçinin felsefeciye karşı belirgin bir metodolojik-yapısal üstünlüğü yok artık. Kısacası, Şengör istediği kadar atıp tutabilir, ancak “pozitif bilim” alanındaki “başarıları” onu eleştiriye karşı dokunulmaz kılmaz. Eleştirinin üslubunca olmasını bekleyebiliriz mutlaka. Ama benim “değerlerime” salak ve cahil diyen bir cahile karşı gösterebileceğim kibarlığın da bir ölçüsü vardır.

“İnsana dışkı yedirmek işkence değildir,” dedikten sonra köşeye sıkışınca, bunu “primatoloji” ile gerekçelendirmeye çalışması bile Şengör’ün (jeoloji dışındaki) derin cehaletinin bir göstergesidir. Primatlar (insansı maymunlar) birbirlerine “dışkı ikram ederlermiş”! Bunu yapan tek primat (hatırlattığın için sağ olasın Ali Rıza Tura kardeşim, akademik bir unvanın olmasa da) goriller, onlar da otobur. Karışık diyetleri olan (yani hem etobur hem de otobur) diğer (insan dâhil) tüm primatlar ise dışkılarını gizlerler, çünkü hayvani protein diyetleri dışkıyı toksik kılar. Ama ne gam! Şengör “başarılı pozitif bilimci” ya, bu konuda da atıp tutabilir. İnsana zorla yedirilen şeyin dışkı değil mükellef bir yemek olması durumunda bile yapılan şeyin “işkence” olduğu apaçık hakikatine hiç girmiyorum. Nitekim Şengör de sonradan bunu kabul edecek, ama yaptığı şeyin sevimli bir abartma, bir tür “Şeytan Avukatlığı” olduğu imasıyla.

Celal Şengör ne sevimli, ne de ciddiye alınması gereken biri. Ali Nesin’i ise ciddiye alıyorum. O yüzden bu konuda bir şeyler yazmaya çalıştım. Bundan sonra tartışmaya devam edeceksek, bunu bilimsel metodoloji konusunda yapmalıyız. Bilimsel metodoloji ise “Ben pozitif bilimciyim, her şey benden sorulur” küstahlığını, ya da uluslararası unvanlar, akademi üyelikleri ya da yayın listeleri ile “ölçülebilen” “başarı”ya bağlı bir “had” sınırlaması koyma kibrini kaldırmaz.