Bu yazı 2008’de Çokbilmiş Özne içinde yayınlanmış olan 'Madunların Küstahlığı' yazısının içinden alınmış ve küçük değişikliklerle ‘madun’ ve ‘lümpen’ kavramları arasındaki tekinsiz ve tehlikeli ilişkileri tartışmayı hedefleyen bağımsız bir denemeye dönüştürülmüştür. Bu paylaşımı yapmak için beni kışkırtan, Metin Solmaz’ın Duvar’da yayınlanan ‘Nedir Lümpen? Lümpen Emektir’ başlıklı yazısı oldu. Yanlış anlaşılmasın, maksadım eleştirmek ya da karşı çıkmak değil, destek olmak; nitekim Solmaz’ın yazısının bütünündeki halet-i ruhiyeye neredeyse tümüyle katılıyorum. Maksat tartışmayı genişletmek ve dolaylı yoldan da olsa, son zamanlarda hepimizin gündemini bir şekilde işgal eden ‘popülizm’ tartışmasına bağlamak.
Zaman zaman içine belirli bir olumlama dozu da katarak ‘aç sınıfın laneti’ dediğimiz şey, yani madun kesimlerin öfkeli, yıkıcı davranışları, devrimci, dönüştürücü olmaktan ziyade intikamcıdır. Kuşkusuz bu noktada sözünü ettiğimiz kesim daha belirli ve sınırlı bir madun tabakası, geniş anlamda ‘halk’ diyebileceğimiz çoğunluğun içinden ve ona sığınarak konuşan, ama sesi çok çıkan ve kolayca görünür olan kesim; henüz proleter olamamış / asla proleter olmayacak, ancak gene de yoksul, eğitimsiz, iktidarsız olan kesim, yani kısacası, 19. yüzyılda lümpenproletarya olarak tanımlanan sınıf.
Kişisel olarak deneyimlediğim bir örnek bu sınıfın davranış biçimi hakkında daha iyi fikir sahibi olmamıza yardımcı olabilir: İstanbul orta sınıfının ve aydın çevresinin şehri terkettiği yaz aylarına denk düşen bayram günlerinde, şehir merkezi, özellikle de Beyoğlu, ‘varoşlardan’ gelen gençler tarafından neredeyse istila edilir. Bu bölgenin müdavimleri tatildedir, onların yerini ise ‘madunlar’ almıştır. Bu ‘madunlar’ genellikle 15-25 yaşları arasındadır ve neredeyse hepsi de erkektir. Topluca yürürler, etraflarına ürkek ve düşmanca bir tavırla bakarlar ve her fırsatta sözlü ya da fiili cinsel tacizde bulunmaya eğilimlidirler. Böyle bir günde Beyoğlu’nda yürürken, 15-20 kişilik bir ‘madun delikanlı’ grubuyla karşılaştım. Birbirlerine sokulmuş, blok halinde yürüyorlardı ve ortada görünür bir neden olmamasına rağmen son derece öfkeliydiler. Yürüyüşlerinin bir noktasında topluca slogan atmaya başladılar. Attıkları slogan şuydu: ‘Sikilmiş sosyete!’ Şimdi, bu öfkenin haklı nedenleri olduğu, o sloganın anlaşılabilir olduğu söylenebilir. Bu delikanlı grubuna sınırlı bir sempati bile duyulabilir. Ancak tarif ettiğim durumdaki çok temel ve çok vahim bir yanlış görüldüğünde, bu madun davranışının gerisinde yatan tekinsiz ve dehşet verici sır da çözülebilir hale gelir: Bu sloganın atıldığı gece, Beyoğlu’nda sosyete filan yoktu. Orada olanlar alt-orta sınıftan insanlar, uzun saçlı rock’çu gençler, tatile gitmemiş/gidememiş bohem entelektüeller ya da tıpkı o gençler gibi bu ‘eğlence mekânını’ merak edip gelmiş alt- ya da orta-orta sınıftan genç kızlar ve delikanlılardı. Ancak bizim madun varoş delikanlılarının gözünde bunların tümü (ki bu ‘bunlar’a ben de dahildim), ‘sosyete’ idi. Oysa ‘sosyete’ o sırada güneyde bir yerlerde, gece kulüplerinde ve diskolarda eğleniyordu. En seçkinleri zaten yurt dışındaydı. İstanbul’da kalanlar ya o gençlerin kapısının önünden bile geçemeyeceği eğlence yerlerinde, ya da yüksek güvenlikli, korumalı ve güvenlik kameralı sitelerindeydiler. ‘Sikilmiş sosyete!’ sözlü tacizine maruz kalan bizler ise sosyete filan değildik.
Eğer bu hedef kaymasının nedeninin masum bir yanlış değerlendirme, kendisinden olmayan herkesi düşman sayma, ya da öfkesini elinin ulaşabileceğinden çıkarma gibi ‘anlaşılabilir’ bir şey olduğuna inansaydım, sorun olmazdı. Ama o madun gençlerin önemli fantazilerinden birinin gerçek sosyetenin eğlence yerlerinde ya da yüksek güvenlikli sitelerinde güvenlik görevlisi ya da fedai olmak ve o gece ‘sosyete’ dedikleri orta sınıf üyelerini çoğunlukla maksadını aşan bir şiddetle bu yerlerin kapısının önünden bile geçirmemek olduğunu düşündüğümüzde, ‘aç sınıfın laneti’ mitinin büyüsü de bozulur. Madunların id-kötülüğü[i] hemen hemen her zaman en ayrıcalıklı sınıfların uzun vadeli amaçları için istihdam edilebilir ve hemen hemen her zaman ortadaki sınıf ve tabakalara, uzun vadede de bu toplumsal yapıyı değiştirmeyi hedefleyenlere yönelir.
Çünkü ‘madunlar’, yani sınıfsal olarak değil de yalnızca yoksullukları/yoksunlukları ile tanımlanan kesimler, ve esas olarak da bunların içindeki, en çok bağırdığı ve göründüğü için diğerlerini temsil ediyormuş gibi görünen azınlık, yani lümpenler, bu toplumsal yapının değişmesini değil, sürmesini isterler. Daha doğrusu bu toplumsal yapının sürmediği bir durumu hayal edemezler. Çünkü yalnızca bu hakimiyet ilişkisi ile/içinde tanımlanmışlardır, dolayısıyla bu hakimiyet ilişkisinin ilga olduğu bir durum, onların işgal ettiği konumu da ortadan kaldıracak, onları bir anlamda yok edecektir. Madun konumunda olmanın öfkesi, o çok güçlü ve tehlikeli toplumsal potansiyel, içinde madun oldukları yapıyı değiştirmeye değil de, intikam almaya yöneldiğinde ise, aynı hakimiyet ilişkisini yeniden üretmekten başka bir işe yaramaz: Yenilseler de, geçici zaferler de elde etseler, birilerinin ötekilere sistemli ve tutarlı olarak kötülük edebildiği, onları ezebildiği, aşağılayabildiği ve sömürebildiği bir toplumsal yapının savunucusu olurlar ister istemez. Çünkü bu toplumsal yapı bir değişse, intikam şansları da ellerinden alınacaktır.
Kapitalizm onları ideolojik olarak en rahatça ve en ilksel yerden (id-kötülüğünden) yakalayabildiği için, en kolay yönlendirilebilen/kullanılabilen kesim de onlardır. Nitekim, Marx ve Engels bu potansiyeli daha 1848’de, Manifesto’da görüp gerekli uyarıyı yaparlar:
‘Tehlikeli sınıf’ [lumpenproletariat], toplumun süprüntüleri, eski toplumun en alt katmanlarından atılmış olan ve pasif bir biçimde çürüyen kitle, şurada burada proleter devrimi tarafından harekete geçirilebilir; ancak hayat şartları onu daha ziyade gerici entrikaların rüşvetle satın alınabilen aracı haline getirmeye eğilimlidir.[ii]
Yani kısacası, ‘en fazla sömürülen, en mağdur olan, en devrimci olacaktır,’ denklemi temelinden yanlıştır. Devrimciliğin, ya da dönüştürme iradesinin, sömürülmekle, zulmedilmekle, aşağılanmakla, yok sayılmakla hiçbir kategorik nedensel ilişkisi yoktur. Bütün bunlar sizi öfkeli, kindar, intikamcı ya da isyancı yapabilir, ama devrimci yapamaz. Kuşkusuz kendine ‘devrimci önderlik’ vehmeden birileri, bu öfkeyi, kini ve isyancı, patlayıcı potansiyeli madunların iradelerinin dışında ve üstünde yönlendirebilecekleri, bunları devrimci bir mecraya akıtabilecekleri hayalini kurabilir. Ancak sular durulduğunda yönlendirilenlerin, kullanılanların kendileri olduğunu göreceklerdir. 1792–96 arasında Jakobenler ‘kara kalabalığın’ öfkeli, isyancı potansiyelini devrimi kalıcılaştırmak için kullandıklarına inanıyorlardı; oysa kendileri o kalabalığın kininin oyuncağı oldular, sırf o doymak bilmeyen, nesnesi belirsiz, intikamcı arzuyu tatmin etmek için sonu gelmeyen idam kararları verdiler, sonunda kendileri de bir bir ortadan kalkarak meydanı o kara kalabalığın gerçek temsilcisine, Napoleon Bonaparte’a bıraktılar. Tekrar söylemek gerekirse, Jakobenizmin sorunu (yalnızca) ahlaki açıdan düşük olması değil, başarısızlığa mahkûm olmasıdır (da).
Madunların denetimsiz ve nedenini kendilerinin de anlamadıkları öfkeleri, onları (zaman zaman kullanan için de tehlikeli olabilecek) dolu bir silaha dönüştürür. Bu ‘madunların’ erkek egemenliğiyle hiçbir sorunları yoktur, sadece arada bir televizyonda gördükleri manken kadınların niye kendilerine de kısmet olmadığını anlayamazlar; o yüzden de kendilerini tecavüz konusunda hak sahibi ve yetkili görürler. Araba isterler, alamadıklarında orta halli memurun yol kenarına park ettiği orta halli arabasını büyük bir keyifle çizerler, ama seçkin eğlence yerlerinde park görevlisi olup çok daha lüks arabaları iki dakikalığına (park ederken) kullanma hakkı karşılığında canlarıyla korumaya gönüllüdürler. Adaletsizliğe bir itirazları yoktur; sadece adaletsizliği yapanların kendileri olmasını isterler. Para denilen büyülü gücü sorgulamazlar; sadece kendilerinde olmamasına tahammülleri yoktur, o yüzden çalarlar. Bohem görünüşlü insanları, uzun saçlı, küpeli ve dövmeli orta-sınıf delikanlılarını ve mini etekli orta-sınıf kızlarını sözle ve fiilen taciz etmeyi çok severler, ama bodyguard olup, çok daha abartılı bir ‘öteki-bedene/öteki-surete’ sahip insanların eğlendiği lüks gece kulüplerinin kapısında, onları korumayı da görev bilirler. Çete kurup kendilerinden farklı insanlara, ‘ötekilere’ saldırdıklarında ise, bu çeteler genellikle devlet ya da ‘derin devlet’ tarafından yönlendirilebilir, hatta eşgüdüm altına alınabilir (Hrant Dink cinayetinde olduğu gibi). Ancak öte yandan bu öfkeleriyle ‘solcu’ ya da ‘devrimci’ bir yapının içine sızdıklarında da ortaya çıkan şey, o bulaşıcı id-kötülüğünün bu ‘solcu’ ya da ‘devrimci’ yapıları hızla çürütmesi olur. Şiddet kendisi için bir amaç haline gelir, kısa bir sürede egemenleri değil diğer ‘solcu’ ve ‘devrimcileri’ hedef almaya başlar ve çeşitli intihar eylemleriyle son bulur. İd-kötülüğünün en büyük sorunu, sonunda kendisinin taşıyıcısı olan benliği de imha etmek zorunda olmasıdır; bu da bizi fazla rahatlatmamalı, çünkü bu imha sırasında, tıpkı bir canlı bomba gibi, yakınındaki her şeyi de berhava edecektir.
Türkçede genellikle kullandığımız hakaret anlamındaki küstahlığın değil de, arrogance anlamındaki, yani kendisinden fazlasıyla emin olmanın getirdiği kibir ve kabalık anlamındaki küstahlığın, ‘muktedir olma’ kavramıyla yakın bir ilişkisi var. İngilizcedeki ‘I can’ (‘yapabilirim/muktedirim’) ifadesi, küstahlık söyleminin merkezini oluşturuyor. Türkçede ise işin sırrını çözmek çok daha kolay, çünkü ‘muktedir’, ‘iktidar’dan türeme bir kelime zaten. Küstahlık iktidarın dolaysız bir sonucu. Ya da, daha doğru bir deyişle, iktidar kendisine sahip olanı, muktedir olanı, ‘yapabilir’ olanı küstahlaştırıyor. Demek ki herhangi bir hakimiyet ilişkisinde, hakim olan aynı zamanda da küstah olmak durumunda. İktidar ona kendinden emin olma, kendinden fazlasıyla emin olma hakkını veriyor. Eğer doğrusunu bildiğinizden fazlasıyla eminseniz, hatalı, cahil, kötü niyetli, hain olduğundan emin olduğunuz kişilerin yakınma ve sızlanmalarını dinleyerek fazla vakit kaybedemezsiniz. Onları kibarca, ama kibarlık sökmüyorsa, kabaca, o da sökmüyorsa zor kullanarak, dayak, hapis, idam sehpası tehdidiyle susturmanız gerekir. Bunun için muhtaç olduğunuz iktidar, zaten kendinizden bu denli emin olmanızı sağlayan şeydir.
Görüldüğü gibi kendinden eminlik ve iktidar tam bir kapalı döngü oluşturuyor. Kuşkusuz sözünü ettiğim yalnızca politik iktidar değil: Akademik iktidar, üretim birimleri içindeki iktidar, aile içi iktidar, sokaktaki kaba kuvvete dayalı iktidar, hatta arkadaşlar arasındaki ağzı iyi laf yapmaya ve karizmaya dayalı iktidar, hepsi aynı kapıya çıkar: Muktedirseniz, fazla itiraza tahammülünüz olmayacaktır. Sokak kavgasındaki, köşe yazarları ya da politik liderler arasındaki, veya aile içindeki (kocanın karısına ya da ebeveynin çocuğa söylediği) ‘Çok konuşma!’ horozlanması ile, başbakanın vatandaşa söylediği ‘Ananı da al git!’in, ya da muhalefete söylediği ‘Onlar çelik çomak oynasınlar’ın arasında yapısal bir fark yoktur. Biri kol kuvvetine, diğeri ‘derin devlet’ ilişkilerine, öteki anne-baba olmanın gücüne, sonuncusu ise açıkça devlete sahip olmanın gücüne dayanarak tahammülsüz, kibirli bir kabalık gösterisinde bulunmaktadır. Hepsi de karşı taraftan, muktedir olmayandan, madundan gelecek yakınma ve sızlanmaların hiçbir hükmünün olmayacağını çok iyi bildikleri için, yapıları gereği küstahtırlar.
Muktedirlerin, iktidar sahiplerinin, egemenlerin küstahlığını sergilemek için fazla örnek aramaya bile gerek yok. Gündelik hayatımızın her anı bu küstahlıkla örülü zaten. Ancak buradaki tartışma egemenlerin küstahlığı/madunların tevazu dolu zarafeti ikiliği üzerine kurulu değil. Egemenlerin küstahlığı aralıksız bir biçimde kendi karşıtı olan madun küstahlığını üretir. Madun küstahlığı egemen küstahlığına karşı dolaysız bir tepki ve onun doğrudan karşıtı olarak ortaya çıktığı için, onun unsurlarıyla ve onun parametreleri içinde oluşmuştur ve egemenlik ilişkisinin ilgasını değil, yalnızca egemenlik ilişkisindeki konumların değişmesini talep eder. Madunun egemene özenmesini temsil eder. Kuşkusuz bu özenme (birkaç istisna dışında) asla hedefine ulaşamayacağı için derhal hasete ve oradan da şiddetli bir kine dönüşecektir. Sonunda varılan bu kin, dışarıdan bakanlar için haklı bir sınıfsal öfke ve değişim dinamiği (‘aç sınıfın laneti’) olarak algılanabilir ki, bu yanlış-tanıma tam da sahici sınıfsal öfkeyi ve değişim dinamiklerini gözden gizleyeceği için son derece tehlikelidir.
Madun küstahlığı, yani egemene öykünerek onun düşünce davranış biçimlerini ödünç almak ve bunu hem abartılı hem de ‘tam uymamış’ bir biçimde geri yansıtmak, zaman zaman acıklı, ama zaman zaman da tehlikeli sonuçlar doğurur. Mahallenin kabadayı ve bileği güçlü delikanlısının zorbalığı tanınabilir ve bununla mücadele edilebilir; ancak daha tehlikeli olan aynı mahalledeki çelimsiz, kavruk oğlanın durmadan dayak yese bile vazgeçmediği peşinizden dolaşarak bir yandan ağlayıp sümüğünü çekme bir yandan da galiz küfürler savurma tavrıdır. İlki açık bir düşman olarak tanınabileceği için tedbir almak, meydan okumak ve en sonunda dayanışma yoluyla alt etmek mümkündür; ikincisi ise sonunda mutlaka sizi arkadan vuracağı için karşısında durmak daha güçtür. Hrant Dink’in katledilmesinde karşımıza çıkan tabii ki bu ikinci tür küstahlıktır: Küstah madun küstah egemene kızar, ondan için için nefret eder, fakat onunla doğrudan karşılaşmaya cesareti olmadığı (ya da böyle bir karşılaşmanın koşulları oluşmadığı) için şuursuz bir yer değiştirme mekanizması ile başka bir hedefe yönelir. Egemenin dilini ve ideolojisini ondan daha abartılı bir biçimde benimseyerek onun düşman olarak işaret ettiği hedefin ‘kafasına sıkar’; arkadan, kalleşçe. Egemenin saldırı biçimi ise zapt-ü rapt altına alınmış bir adalet sistemi ve kolluk kuvvetleridir: Mahkemede kendinizi savunabilirsiniz, ya da yerel veya ulusaşırı bir dayanışma içinde bu yapının değiştirilmesi, ortadan kaldırılması için mücadele edebilirsiniz; örgütlenebilirsiniz. Arkadan ‘kafaya sıkan’ küstah maduna karşı ise savunma, dayanışma şansınız çok daha azdır. Ancak her şey olup bittikten sonra, meydanlarda ‘Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz!’ diye haykırabilirsiniz ki bu da katilin (zaten hayattan umabileceği en iyi şey olan) hapishanede bir kahraman ve dışarıda da diğer küstah madun adayları için bir rol modeli olmasını engellemez.[iii] Demek ki madun, kendisini madun kılan egemenlik ilişkisinin parametreleri içinde kaldığı sürece ezik madun/küstah madun ikiliğinin dışına çıkamayacaktır. Bu durumu kalıcılaştırıp içinden çıkılmaz bir hale getiren şey ise, tüm madunları temsil ediyormuş rolünü oynamaktan asla vazgeçmeyen lümpenleri gerçekten de bu temsilcilik konumunda görmektir. Oysa böyle bir temsil ilişkisi bir hayalden ibarettir. Lümpenler hakim sınıfların paralı askerleri olmadıkları sürece, kendilerinden başka hiç kimseyi temsil etmezler; oldukları zaman ise başımıza neler geldiğini ve gelebileceğini tarife gerek bile yok.
[i] Žižek’in sık sık sözünü ettiği ‘id-kötülüğü’, kişisel çıkar arayışından (ego) ya da ‘yüce bir amaçtan’ (süperego) kaynaklananların dışında kalan, salt dürtüsel bir saikle yönelinen kötülüktür. Hepimizde varolan, ancak süperego denetimiyle frenlenebilen, ama toplumsal kutuplaşmanın arttığı, adalet sisteminin çürüdüğü, hakim sınıfların iktidarda kalabilmek için kalabalıklardaki bu eğilimi yaşatmak desteklemek ve arttırmak zorunda olduğu dönemlerde iyice görünür hale gelen şeydir id-kötülüğü.
[ii] Marx ve Engels, Komünist Manifesto, 1848.
[iii] Nitekim Hrant Dink’in katlinin habercisi, bir yıl önce ‘kazayla’, yanlış hesap sonucu serbest bırakılıp sonra yeniden içeri alınan Mehmet Ali Ağca’nın özgürlük günlerinde yaşanan bir olaydır. O günlerde oynanan bir Malatyaspor maçında tribünlerdeki yüzlerce genç küstah madun adayı, ‘Malatya’da doğdu / Papa’yı da vurdu / Helal olsun sana / Mehmet Ali Ağca’ diye bağırmışlardı. Rol modeli Ağca olduğu sürece, bu tür katillere vereceğiniz (idam dahil) her ceza aslında bir ödüle dönüşecektir