Radically Ambiguous Posts

Photo by Anton Repponen on Unsplash – Manipulated by Ezgi Keskinsoy

Ekonominin durdurulamaz çöküşüne, Trump’ın ‘posta koymasına’, TL’nin havada oklanmış bir kuş gibi helezonlar çizerek düşüşüne karşı, sosyal medyada yeni moda tartışma: Hepimiz aynı gemide miyiz? Bu kötü gidişata karşı, aramızdaki farkları, geçmiş husumetleri, anlaşmazlıkları (geçici bir süre için de olsa) rafa kaldırıp önce ‘memleketi kurtarmaya’ mı odaklanacağız, yoksa ‘Krizi kimler yarattıysa onlar halletsin,’ diye bir kenara çekilip sonucu mu bekleyeceğiz? Birileri, yapılan hiçbir uyarıya kulak asmadan, hatta uyarıları yapanları aptallıkla, kötü niyetle, giderek vatan hainliğiyle suçlayarak bildiğini okuyup, bu berbat ve çıkışsız gibi görünen krize sebep olduktan sona, ‘elbirliğiyle’ bir çıkış mümkün müdür? Gemi metaforu burada devreye giriyor: Eğer içinde bulunduğumuz gemi alabora olma, hatta batma noktasına gelmişse, o noktaya hangi yanlış kararlar alınarak gelindiğine, o yanlış kararları kimlerin aldığına bakmadan önce, gemiyi batmaktan kurtarmak gerekir kuşkusuz.

Foti Benlisoy bir tweetinde, gene aynı metafor üzerine bir çeşitleme yaparak, ‘Gemi’yi Afrika’dan Amerika’ya köle taşıyan gemilere benzetiyordu. Güvertede ve kaptan köşkünde köle tüccarları ve onların adamları, ambarda ise zincirli köleler. Bu durumda bile ‘Hepimiz aynı gemideyiz!’ denebilir mi hala? Maalesef denebilir. Eğer okyanusun ortasında, tanımadık bir ada kıyılarında dibini kayalara vurup deldirmişse gemi, kölelerin de zincirleri çözülecek, ellerine aletleri alıp deliği onarmaya girişecekler. Çünkü okyanus, köle ile köle tüccarını ayırmaz. Ama, delik onarıldıktan sonra, zinciri çözülmüş ellerine geçen aletlerle ne yapacakları ise kölelere kalmış! Buradan da görülebilir ki, köle tüccarları kölelerin zincirlerini çözüp ellerine alet vermektense, efendi gibi boğulmayı tercih edebilirler pekala. Veya, daha da iyisi, filikalarına atlayıp gemiyi terk ederler ve ambara zincirli köleleri kaderleriyle baş başa bırakırlar. Çünkü öteki durumda ölümleri, muhtemelen boğulmaktan daha uzun sürecek ve daha sancılı olacaktır.

Uzun lafın kısası, biz bu ‘Gemi’ metaforunda ısrarcı olursak, sonunda hep bir ‘gemi halkı işbirliği’ sonucu çıkacak bir yerlerden. Bize söylenen, hatta dayatılan şey şu: Önce işbirliği yapıp ‘ortak akılla’ davranalım, yani onların bizi bu hale getirmiş olan ‘akıl’larına tabi olmayı kabullenelim (bize akıl soran yok ne de olsa), sonrasına bakarız.

Bu durumda söylenecek tek şey var: Gemi yok!

Matrix filminin meşhur ‘Kaşık yok!’ sahnesini hatırlayalım: Neo, elindeki kaşığı ‘telepati yoluyla’ bükmeye çalışıp beceremezken, Kahin’in ona verdiği tavsiyedir ‘Kaşık yok!’ Kaşık gerçekten de yoktur, çünkü zaten hepsi (Neo da, Kahin de) kurgulanmış, muhayyel bir evrende yaşamaktadırlar. Bu hayali durumdan tek kurtuluş ise, ‘nesnel’ gibi görünen o evrendeki şeylerin asında ‘gerçek’ olmadıklarını, onların zihinleri için yaratılmış kurgular olduğunu kabullenmektir.

Korkmayın, ülkem yetkililerinin bütün gayretlerine rağmen, henüz ‘Nesnel gerçeklik filan yok, aslında hepimiz Matrix’te yaşıyoruz,’ diyecek kadar delirmedim. Sadece okuduğumuzda teorik olarak kabullendiğimiz, hatta son derce parlak ve akıllıca bulduğumuz metinlere hakkını verelim diyorum, o kadar.

Benedict Anderson’ın Hayali Cemaatler’i böyle bir metin (Imagined Communities, 1983 — bu arada bu kitabı harika bir çeviriyle Türkçeye kazandıran İskender Savaşır’ı anmadan geçmek de olmaz: Metis 1993). Anderson bu kitapta ‘millet’ dediğimiz şeyin, kendisini önceleyen kabile, geniş aile, kavim, ümmet gibi topluluk biçimlerinin yerini aldığını, ancak onlar gibi uzun ve görece ‘doğal’ bir yoldan gelişerek değil, nevzuhur kapitalizmin pazar ihtiyacını karşılamak için hızla kurgulanarak ortaya çıktığını savunur. İnsan toplulukları kapitalizm varolmadan önce ‘milletler’ olarak bölünmüyorlardı. Kan bağı, dil, yaşam alanı, ortak inanç gibi parametrelere bağlı bir biçimde örgütleniyorlardı. Kapitalizm ise ‘millet’i icat etti: Belirli bir sermaye havzasının piyasa alanı, ortak dile, ortak ataya, ortak inanca, hatta ortak bir kültüre bile bağlı olmadan, ‘ulus-devlet’ olarak tasarlandı ve ortaya çıktı. Tabii ki bir arada durması için hiçbir doğal ya da tarihsel neden olmayan bu topluluklar bir harca ihtiyaç duyacaktı. Bu harç da 17. yüzyıl sonundan itibaren oluşmaya başlayan milliyetçilik(ler) oldu. Kavim mitolojileri alelacele ‘millileştirildi’, atalar bulundu, bulunamadığında icat edildi. Tarih tezleri ve dil teorileri üretildi. Yanlış anlaşılmasın, bunlar sadece Türkiye’de olmadı, tüm dünyada oldu, Amerika’da ve Avrupa’da başladı, kapitalizmle birlikte Şark’a ve Güney’e yayıldı. Ancak hepsini toplasanız dört yüzyıllık bir tarih bulabilirsiniz en fazla. Kısacası, ‘millet’, Allah vergisi, insanlığın fıtratında olan, tarih-ötesi bir şey değil; tıpkı milliyetçilik gibi insanlık tarihi açısından bakıldığında son derece yeni ve geçici bir oluşum. Asli değil sonradan olma, doğal değil yapay, gerçek değil hayali.

Bu yüzden, son haftalarda pek merak sardığımız ‘Gemi’ metaforu’ (ki ‘millet’i işaret ettiğinden kuşkumuz yoktur herhalde), aslında sanıldığı kadar sağlam, köklü ve sarsılmaz bir metafor değil. Tam tersine, aslında (tıpkı Matrix’teki kaşık gibi) hayali, kurgulanmış bir şey. Biz ona inandığımız sürece var. Dolayısıyla, esas soru, ‘Hepimiz aynı gemide miyiz?’ değil. Bu soruya verilecek cevaplar, o gemide aslında farklı sınıfların, farklı cinsiyetlerin ya da farklı etnik grupların varlığını vurgulayabilir; ama ‘ünite’yi (hem ‘birim’, hem de ‘birlik’ anlamında) bir kere ‘millet’ olarak tanımladığımızda, gemi battığında herkesin birden o gemi ile batacağını kabullenmiş oluruz. ‘Geminin dibini biz mi deldik?’ diye sorabiliriz, ama o deliği yamama işinden de kaçınamayız. ‘Kaptan bana mı sordu?’ diyebiliriz, ama bu bizi boğulmaktan kurtarmaz.

Oysa sorun krizin sorumlularıyla kurbanlarının aynı gemide olmasında değil, geminin olmamasında. ‘Gemi’ dediğimiz şeyin hayali, kurgulanmış bir nesne olmasında. O yüzden ‘Gemi yok!’ Bu, gemi (dedikleri şey) battığında bize bir şey olmayacak anlamına gelmiyor tabii. Ama bize olacaklar, her halükarda olacak; her gün oluyordu zaten. Bunu bir yana bırakıp hep birlikte bir ‘Gemi kurtarma’ operasyonuna girişirsek, başarabileceğimiz tek şey gemiyi o hale getiren kaptanı, kırbacı sallayan tayfa başını, kar-zarar hesapları yapan gemi sahiplerini ve köle tüccarlarını kurtarmak olur. Bir hayali yaşamakta ısrar etmektense başka bir dünyada selamete çıkmanın yolu, ‘gemi’ yerine daha anlamlı, daha faydalı ve geleceği (beklenti ve umutlarımızı) daha iyi kapsayacak bir metafor bulmaktan geçiyor.

Uncategorized

24 Haziran seçimlerinin tek sürprizi var: MHP’nin %11 oy alması. Ancak sürece 2017 başından itibaren baktığınızda, geri kalan her şey sürpriz sayılsa da bir tek bu sonucun aslında sürpriz filan olmadığını, aksine beklenmesi gerektiğini görebilirsiniz. Şahsen ben göremedim. Fox TV ekranında, gözlerim sol alt tarafa kilitlenmiş, HDP’nin adım adım baraj üstüne çıkmasını izler, bir noktadan sonra da RTE’nin oylarının %50’nin altına düşme ihtimalinin pek kalmadığını tevekkülle kabullenirken, %11 küsura kilitlenmiş duran MHP oylarında bir hikmet aramak çok geç geldi aklıma. İyi bir illüzyonist gösterisinde olması gerektiği gibi, doğru anda yanlış yere baktık hepimiz; bu arada olan da oldu.

Halbuki, Devlet Bahçeli’nin 1 Kasım 2015 oylarını bir şekilde koruma garantisi almadan, RTE’yi önce Başkanlık Referandumuna, sonra da erken seçime zorlama ihtimalinin olmadığını, olamayacağını düşünmemiz gerekirdi, yapamadık.

Bahçeli’ye o garantiyi kimin, kimlerin, nerelerin verdiği konusunda spekülasyon yapmaya kalkışmayacağım. Bir açıdan bakarsak, zaten pek mümkün değil bunu bilmek. Mümkün olsa bile, bunun için, artık nesli tükenmekte olan ‘araştırmacı gazetecilerden’ bir taburun, bir dizi hayırlı rastlantının (aslında Ümit Kıvanç’ın harika tabiriyle ‘Araştırmacı Kamyonculuğun’) da yardımıyla, uzun uzun çalışması gerek.

Ancak, o ‘sürpriz’ %11, 24 Haziran gecesi hepimizi bir süre meşgul eden ‘Akşener, İnce ve Kılıçdaroğlu nereye kayboldular?’ spekülasyonlarının ve giderek komplo teorilerinin gerçek nedenidir. Bir komplo vardıysa bile, onu gerilerde, 2017 başlarında aramak gerek; yoksa ‘Rehine alındılar, tehdit edildiler, kaçırıldılar,’ spekülasyonlarının ömrü, haysiyetli bir komplo teorisi olmaya bile yetmeyecek kadar kısa olacaktı, nitekim öyle de oldu.

Kanaatimce, MHP’nin %11’i ve ona sıkı sıkıya bağımlı olan RTE’nin %52,5’i, İnce, Kılıçdaroğlu ve Akşener cephelerinde önceden hesaplanmamış, senaryosu yazılmamış bir durum yarattı. Ortadan kaybolmalarının, pot kırmalarının ve sonunda ‘Dağ fare doğurdu,’ kıvamında açıklamalarla işi geçiştirmelerinin gerçek nedeni bu olmalı.

İnce/CHP cephesine bakalım. Bu ikisinin A planı, RTE’nin %45-49, MHP’nin ise %5-8 bandında kalacağı ve Cumhur’un bir blok olarak mecliste azınlığa düşeceği üstüne kuruluydu muhtemelen. İkinci tura bu koşullarda gidilecekti. O zaman ya bu ‘yenilginin’ vereceği hayal kırıklığıyla RTE seçimi ucu ucuna kaybedecekti (küçük ihtimal), ya da ucu ucuna kazanacaktı (büyük ihtimal). Ancak o zaman da %45-49 bandında oy almış bir İnce, ‘Tamam koçum, görevini layıkıyla yerine getirdin, artık milletvekili de değilsin, git Yalova’ya emekli ol,’ diye geçiştirilemeyeceği için, toplumsal muhalefetin önderi olacak, kısa sürede CHP’nin başına geçecekti. B planı ise RTE’nin birinci turda seçilmesi, ama Cumhur’un azınlıkta kalması olurdu bu durumda (gene MHP’nin %11’i düşünülmeden). Muhtemelen buna uygun bir senaryosu da vardı İnce/CHP cenahının; muhtemelen gene İnce’yi ön plana çıkaracak, Meclis ve RTE arasında acil bir krizi zorlayacak bir senaryo.

Ancak hem RTE’nin birinci turda seçilmesi, hem de Cumhur’un mecliste çoğunluğu sağlaması ihtimali muhtemelen hesaplanmamıştı. 24 Haziran gecesi saat 22.00’den sonra başlayan iletişimsizlik, sakarlık ve kafa karışıklığı da bundan kaynaklanmış olmalı.

Akşener cephesinde de benzer bir durum var: İP’nin hesabı, parlamento seçimlerinde çok parçalı bir meclisin üçüncü partisi olmak, Başkanlık seçiminin ikinci turunda ise yüksek pazarlık gücü olan bir faktöre dönüşmek üzerine kurulu olmalı. Ancak bu ikisi de olmadığında Akşener’in önceden hazırlanmış bir cevabı kalmadı. Akşener İnce kadar heyecanlı bir politikacı olmadığı için, ‘Adam kazandı!’ benzeri bir pot kırmadı, ancak iki günlüğüne de ortadan kayboldu, ortaya çıktığında ise etkisiz, sade suya tirit bir açıklamayla yetindi.

24 Haziran gecesi dönen komplo teorilerine bir anlam vermek gerekirse, tepkisiz ve sessiz geçirilen yaklaşık iki saatin, her iki partinin (ve İnce ile Akşener’in), var olduğundan şüphe etmememiz gereken ‘derin devlet’ haber kanallarına danışıp, bu işin içinde bir iş olup olmadığından emin olmaya çalışmalarına gitmiş olması ihtimali çok yüksektir. Yani aslında hepsi o %11’e bir anlam vermeye çalışıyorlardı ‘içeriden’ bilgi arayarak.

Şimdi ise ‘Çanak çömlek patladı’ gibi görünüyor. Bu ihtimaller kümesini hesaplamamış olan İnce/Kılıçdaroğlu/CHP içinde ve arasında bir iktidar kavgası kaçınılmaz, ancak bunun açık açık mı, yoksa kapalı kapılar ardında mı olacağını birkaç gün içinde görürüz.

Meral Akşener ile taze ve örgütsüz partisi, bu durumda nasıl ayakta kalır, mecliste nasıl ittifaklar arar ve gelmekte olan ciddi (hata ölümcül) kriz döneminde ne tarafa meyleder, onu görmemiz için de aylara ihtiyaç var.

Bu arada HDP’nin oyu %12’ye yaklaştı (yani hem MHP’yi hem de İP’yi aştı), mecliste 67 milletvekili olacak (yani hem MHP’den hem de İP’den fazla). Ben birkaç gün buna sevinmek ve bununla ilgilenmek istiyorum izninizle.

 

 

Politics

Geçtiğimiz Pazar gecesi, İskender’in artık olmadığını, konuşamayacağımızı, kavga edemeyeceğimizi, oyun oynayamayacağımızı bilerek yattım. Uzun süre uyuyamadım, uyuduğumsa ise parça parça, huzursuz. Sabaha karşı berbat bir rüyadan uyandım: Ezgi’yle (on dört yıldır birbirimize fiske bile vurmadığımız, sesimizi biraz yükseltsek günlerce vicdan azabı çektiğimiz sevgilim, karım) tekme yumruk birbirimize girmişiz. Ben bir yandan dövüşüyorum, bir yandan da bağıra bağıra Yeats’in ‘The Second Coming’ şiirini okuyorum:

Gitgide açılan bir helezonda döne döne
Duyamaz olmuş doğancıyı doğan;
Dağılıyor her şey, kaçıyor merkezin elinden;
Anarşi salınmış dünyanın yüzüne,
Yükseliyor kanla kararmış sular
Boğuluyor masumların ayini her yerde;
En iyilerin imanı tükenmiş gitmiş,
En kötülerse dopdolu şehvetli bir hevesle.
(W.B. Yeats, The Second Coming)

Uyandığımda aklımda tek bir şey vardı: Bu rüyayı İskender’e anlatmalıyım. Her rüyamı anlatmam İskender’e (aslında çoğunu anlatmam). İskender’e anlatılacak rüyanın içinde şiir olmalı, politik/felsefi hikayeler olmalı ki oturup “rüya yorumluyoruz” bahanesiyle uzun uzun konuşalım, şiir kitapları karıştıralım. Sonra da rüyanın son derece basit, doğrudan yorumuna varıp (ki ikimiz de başından beri biliyoruzdur bunu), konuyu kapatalım. Bu rüyada da aynı şey olurdu herhalde: Yeats’den başlar, kapitalizmin krizine uğrar, krizin aslında kapitalizmin değil uygarlığın krizi olduğu konusunda anlaşır, başka şiirlere bakar, o iki kişilik şiddet anının çağrışımlarını konuşur, sonra da susardık. Sonra İskender bana “Aslında bu rüyanın ne olduğunu biliyorsun, değil mi?” diye sorardı. “Her rüyanın en açık arzusu, o rüyadan uyandığın anda ilk aklına gelen şeydir. Sen bu rüyayı anlatacak bir İskender olsun istiyorsun. Geçmiş olsun, yok artık.”

İskender’in yokluğunu kabul etmem zaman alacak. Hayatımda bu kadar anlaşamadığım tek dostum oldu (ve dostum kaldı). O yüzden o dostlukta bencilliğin, narsisizmin, onaylanma arzusunun neredeyse hiç payı olmadığını çok iyi biliyorum. Kimseyi kayırmazdı İskender, ben de dahil. Ben de buna razı olmayı öğrendim, zor da olsa.

Çarşamba günü, hala alışamamıştım yokluğuna. Salı günü cenazede olabilseydim, belki de cemaat ruhuna kapılır, kaybı kabullenebilirdim, ama emin değilim. Cenazelerdeki ve mitinglerdeki cemaat ruhuna kapılmayı pek beceremem, ciddi bir sakatlık bu, ama tedavi olamadım hala. O yüzden Çarşamba günü Ezgi’yle çıkıp Sainte Catherine kilisesine gittik, belki kendi ayinimizi yapabiliriz diye. İskender’in Hıristiyan ayinine de yabancı olmadığı (aslında hiçbir inancın ayinine yabancı olmadığı) hepimizin malumu. O yüzden birer mum yaktık İskender için. İsa’nın temsili bedeni önünde, duvarda şu yazı vardı:

Ben dirilişim ve hayatım.
Bana iman eden ölse de yaşayacak;
Kim ki yaşamıştır ve bana iman etmiştir, ölmeyecek asla.
(Yuhanna 11, 25-26)

Ölümsüzlüğü şarta-şurta bağlayan bu pasaj da pek yakın değil bana. Ama ne yapalım, Katolik Brüksel’de bulabildiğimiz en yakın ayin bu oldu. Bana kalsa, Taocu bir pasajı yeğlerdim İskender’in anısına:

Başkalarını tanımak zekadır,
kendini bilmek bilgelik.
Başkalarını yenmek kuvvet ister,
kendini yenmek büyüklük.
Servet, yetinmeyi bilmektir.

Ölene kadar yaşamak
yeterince yaşamaktır.
(Tao Te Ching, 33)

İskender’in kendisini tekrar tekrar nasıl yendiğini yıllar boyu imrenerek gözledim. Yetinmeyi bildiğinden hiçbirimizin kuşkusu yoktur herhalde. Biriktirdiği onca bilgiyi, anlamı bol keseden nasıl dağıttığına, dağıttıkça daha da biriktirdiğine tanık olduk hepimiz. “Öğreten kişi” olmadan nasıl öğrettiğini, öğrettiklerinden nasıl öğrendiğini gördük. O yüzden “yeterince yaşadığından” kuşku duymamalıyız. Bunu kabul edemiyorsak, bencilliğimizden (en azından benimki öyle), ondan mahrum kalmaya razı olamamamızdan. Onun bol keseden dağıttıkları yetmedi hiçbirimize; çünkü o dağıttıklarının geldiği yerde çok daha fazlasının olduğundan şüphemiz olmadı hiçbir zaman. Hepimiz biliyorduk onun “başardıklarının”, aslında yapabileceklerinin küçük bir küsuratı olduğunu. O, “büyük işler yapmadan yüceliğe ulaşan” nadir bilge ruhlardan biriydi. Gerçek değerini de ancak önümüzdeki yıllarda bileceğiz.

Shelley’in Keats için söylediklerini tekrarlamalı burada, her ne kadar İskender Keats gibi hayatının baharında çekip gitmediyse de:

Susun, susun! Ölmedi o, uyumuyor—
Hayat rüyasından uyandı sadece—
Asıl biziz fırtınalı kuruntularda kaybolmuş,
Beyhude bir kavgayı sürdüren hayaletlerle,
Ve çılgınca bir vecd halinde saplayıp duran
Ruhumuzun hançerini yaralanmaz hiçliklere.
(P.B. Shelley, Adonais)

Biliyorduk, en kırılganımızdı İskender. En aldırmaz, en kayıtsız, en kaygısız görünenimiz olsa da çok kırılgandı. Otuz seneyi geçti, benden Sting’in Kırılgan şarkısı üzerine bir şeyler yazmamı istemişti Defter için. Ben de ona öfkeli, saldırgan bir şey yazıp vermiştim, belki de o zamanlar Defter’e öfkeli olduğum için. Meğerse “Kırılgan” derken İskender’i kastediyormuşum bilmeden. Uzun uzun yazmak zor, kısa ve öz anlatacak kadar da sabırlı değilim. O yüzden kendi ayinimi gene Taocu bir deyişle bitireyim:

O yüzden bilge ruhlar bir olana sarılır
her şeyi onunla sınar.
Kendilerini göstermedikçe
parlarlar.
Kendilerini savunmaya çalışmadıkça
hakları teslim edilir.
Kendilerini övmedikçe
başarırlar.
Rekabet etmezlerse,
dünyada rakipsiz olurlar.

Eskiler
“kırıl ki bütün olasın,” dediklerinde
yanılıyorlar mıydı?
İşin aslı, bütün olmak
geri dönmektir.
(Tao Te Ching, 22)

İskender parladı, ışığını gören gördü, aydınlanmasa da en azından orada bir yol olduğunun farkına vardı; işte hakkını teslim ediyoruz hep beraber, yaptığı on bin işin hiçbirinde rakibinin olmadığını kabul ediyoruz. İskender kırılgandı, kırıldı, geri döndü. Evinde şimdi.

Uncategorized

 

Frankly, I had been sick and tired of friends of my generation (in their early and mid-sixties now), repeating over and over again that we should “retire” from left-wing/revolutionary politics and make room for the younger generation. There was even one who suggested collective (literal) suicide. It is true that with our old habits and convictions, our experiences that we have interpreted and digested one way (but not in other possible ways), with our grudges and petty comforts, we usually acted as plugs, corks or stoppers, in short, pains in the ass. There seemed, on the other hand, to be no overflowing fountain of youth to be stopped or hindered by our old and worn off (but persistent) existence, at least for the last three or four decades.

Well, this sequence in history seems to be coming to an end.

We are approaching the 50th (Golden!) anniversary of one of the most significant anti-systemic revolutions of our time: 1968 is fifty years old next year. Immanuel Wallerstein called it a “World Revolution”:

For 1968 shook the dominance of the liberal ideology in the geoculture of the world-system. It thereby reopened the questions that the triumph of liberalism in the nineteenth century had closed or relegated to the margins of public debate. […] Liberalism did not disappear in 1968; it did, however, lose its role as the defining ideology of the geoculture. (Immanueal Wallerstein, After Liberalism, p. 139)

1968 was usually described as a “youth movement”; so much so that the radical wing of the movement in the US called themselves “Yippies” (not to be confused with “Yuppies”), the Youth International Party. Throughout these five decades we have exhaustively argued about the problems of positing the main conflict as “Young/Old”. Shouldn’t race, gender, sexual orientation or (as I should have argued as a Marxist) class be the determining divide? Can “Youth” be defined as the bearer of the revolutionary aspirations of an era? Well, yes and no. Of course age is not, cannot be, the determining factor in social change. But gender, sexual orientation or race are not, either—by themselves. Class seems to be such a factor, especially to those of us of the Marxist convinction, but the fates of various revolutions since late 18th century have shown us over and over again that it is not exactly the case in practice. Class actually is the main divide, but little does this determination help us in resolving revolutionary moments (and their aftermaths) in actual history. Class, to use a very shaky metaphor, is the explosive matter; say, gunpowder or TNT. It needs, however, a fuse to become active. Depending on the specific circumstances of an era and culture, this fuse can be women, queer people, immigrants, “inferior” races (the “subaltern” in general, so to speak) and definitely Youth. Without the fuse, the explosive matter remains inert. Without the explosive matter, on the other hand, the fuse just fizzles. For a revolution, we need both (all these potential fuses are, in one way or another, included in the explosive matter anyway). And even this is not enough: we also need an inability on the part of the ruling classes to rule, an inability to juggle the intricacies of class, gender, sexual orientation, race and age, to play them one against the other in order to keep the status quo intact. 1968 was one such event. It exploded and shone brightly for a very significant historical moment. It did not just fizzle, it changed things, it changed the ways we perceived the world, the ways we perceived each other, it changed our language and our way(s) of life in such a way that it can never go back. Then it withered away, and the ruling classes, licking their wounds, re-established the status quo pro ante. But it was not exactly pro ante either. Because even in cases of total defeat, revolutions change things.

Politics

Yes, there is a very significant current of populist nationalism (or nationalist populism—your choice) in the world, not only in the “East” where the despotic state has historic roots (see Modi, Putin, Erdoğan, not to mention Kim Jong-Un), but also in the “West”, which is (supposedly) relatively grown free of these roots (see Trump, Johnson/Farage, Wilders, Le Pen). Yes, those so-called “leaders” think, act, and sometimes look alike. It is, however, too easy (and often misleading) to think of them as “racist guys with weird hair”:

This approach, of course, tends to forget Marine Le Pen who is not a “guy” and has her hair usually under control, and also neglects to mention that for these new-fangled petty would-be dictators, the hair is the easiest aspect to get under control. As a matter of fact, Putin and Erdoğan have no “hair trouble” to speak of, although they are no better in the racism and authoritarianism departments.

The real (and serious) question is, whether there is any lingering, profound truth behind these much talked-about and advertised similarities. That all these leaders are nationalists, populists, and most of the time racists, goes without saying. But what of it? There always have been, and probably will be in the foreseeable future, many of these so-called “politicians”. In what way are they significant at this precise juncture in history?

To start with, it is our reaction to them that is significantly different. And, unfortunately, this reaction is a carefully manipulated and tailored one: we are asked (even goaded) to believe that this new generation of “politicians” are replacing neoliberalism. Neoliberalism, which is supposed to be no different from liberalism, but only newer and shinier; a regime that guarantees our liberties (as long as such liberties do not threaten the perpetual survival of capitalism); a regime that guarantees our happiness (as long as such happiness is found in the unconditional submission to the free market). So, we are supposed to be threatened, because the system that guarantees our liberties and happiness is going to be replaced with something much nastier, isn’t it?

This is the kind of manipulation we are dealing with. So, we are expected to support neoliberals against the “populists”; Hillary Clinton against Trump, Macron against Le Pen, Rutte against Wilders. Nobody asks whether we like Hillary, Macron or Rutte—we are asked to decide not by what we prefer, but by what we want to avoid. Even the phrase “lesser of two evils” is not pronounced much—we are not supposed to think of these choices as “evil” at all, lesser or greater.

Politics Uncategorized

The Guardian published an article about the recent (mis)adventures of Donald Trump by John Daniel Davidson (February 5, 2017), supposedly offering an alternative approach, but only ending up in the same populist/Bonapartist narrative as Trump himself.

What is terribly wrong with this article is that it puts us in an either/or situation. Trump is not only a self-absorbed, narcissistic, racist bigot (maybe not exactly a fascist, but the difference is undetectable right now), but also a clever politico who can exploit the need for change in a considerable percentage of the US population. The fact that the American people was forced into an impossible and sad referendum between Trump and Hillary, was the problem itself. It seemed that in this impossible choice Trump stood for “change” and the “people” and Hillary for the status quo and the elite, but this is no more than an illusion. Nobody stood for real change and for the people: they both stood for the status quo and the elite, but only for different status quos and different elites. Both of them won by a small margin (one the popular vote, the other the Presidency) and Trump became President. If Hillary had won, we would have been a bit more comfortable (or rather, blissful in our own ignorance), because hers is the more familiar status quo (hence less “uncanny”) and the more “professional” elite.

But at this point in history, neither had the means or willingness to resolve the formidably complex issues facing US capitalism. Sanders did have the willingness (but probably not the means), so he was discarded by the Democratic establishment. By doing this, the Democratic Party conceded a possible Trump win, but they probably hoped that Trump couldn’t survive four years of untruth, bullying and ignorance, or, failing that, were sure that even if he did, he could only pave the way for a huge conservative-Democratic victory in 2020. Exactly like the situation in Turkey for the last 15 years. If the Democratic Party had studied the events in Turkey a bit better, however, they could have seen the possibility that Trump might be a keeper, and disrupt and dismantle the status quo in the US without even realising that he was doing so, and do this over and over again, always finding a way to keep popular support even if by the skin of his teeth.

By the way, this is not something we should be unconditionally cheering about (“Hooray, the US system is going down the drain!”) Not because we like the existing status quo, but we, too, are completely unprepared for what is to come next. Again, look at Turkey: there is no rational, defendible oppositon to what is happening, because the existing opposition (both from the left and the right) had already conceded to the status quo, offering no alternatives but the narrative of an abstract “change”, which the AKP and President Erdoğan had already hijacked. Even the far left who seemed to be exteremely critical of the status quo (both “old” and “new”), didn’t have a hope that it could be changed or a clue about how it could (and should) change. Now that it is being forcibly changed (for the worse) by the recent Constitutional Amendment, establishing a “Presidential System” without checks and balances or a functional parliament, everybody is trying to shake off the paralysis and only now trying to think of ways of offering an alternative other than a simple “No!”

Let us hope that the Americans are wiser (and luckier) than us.

Politics Uncategorized

Music

"Edebiyatçı" Olarak Gezgin Ozan

Arada bir “Ben demiştim!” demenin suçlu keyfini yaşayabiliyor insan. Kuşkusuz aşağıdaki (2000 tarihli) yazı parçasını okuyunca “Ben Dylan’ın Nobel alacağını önceden bilmiştim!” demediğimi göreceksiniz. Şarkı yazarı, çağımızın “Gezgin Ozanı”dır. Edebiyat geleneğinin içinden (ya da onunla aynı atadan) gelir. Marifetlerinin arasında 200’den fazla şarkı yazmak da olan Rabindranath Tagore’a 1913’te Nobel veren komite, aynı şeyi 2016’da bir kez daha yaptığında bu kadar da şaşırmamak gerek. Aslında Nobel filan da umurumda değil. Kuşkusuz Dylan o ödülü reddetse çok daha mutlu olurdum. Ama bugünkü Dylan o radikallikten çok uzak artık; muhtemelen yapmaz. Tabii ki o alıntıda Cohen için söylemiş olduğum şeylerin önemli bir kısmını (tamamını değil) Dylan için de söylenmiş sayabilirsiniz. Ödülü Cohen alsaydı, sevincim de, bu “tarihsel ironi” karşısında duyduğum hınzırca keyif de daha büyük olurdu kuşkusuz. Ama ne yapalım ki Dylan daha kıdemli: O ilk albümünü 1962’de yayınlamıştı, Cohen ise 1967’de.

Girizgahı fazla uzatmadan, 2000’de, Şarkı Okuma Kitabı‘nın Girişinde ne demiş olduğumu kısaca aktarayım, bir de Dylan şiir/şarkısı ekleyeyim sonuna:

 

(Şarkı Okuma Kitabı. “Giriş: Ses ve Söz”; Metis Yayınları, Genişletilmiş tekrar basım, 2009, s. 16-17)

[…] Yani kısacası, benim için “şarkı sözü” müziğin bir aksesuarı olmadı hiçbir zaman. Söz ve müzik daima bir bütündü. Sözünü anlamadan müziği de yeterince takdir edemeyeceğimi bildim hep. Nasıl olmasın ki:  Küçük yaşlarımdan beri müzikte kahramanlarım Bob Dylan ve Leonard Cohen’di: İkisi de şarkı yazarı ve şair. Onları örnek alarak başladım şarkı söylemeye. Ama Cohen şarkıları söylediğimde bir yandan da Cohen’in şarkı olmamış şiirlerini okuyordum. Hele Cohen’i hepimiz için “Cohen” yapan şarkının, Suzanne’in aslında “Suzanne Takes You Down” adlı bir şiir olduğunu, 1966’da, Parasites of Heaven (Cennetin Asalakları) adlı kitapta yayımlandığını, Cohen’in bir gün Montreal-New York arası bir şehirlerarası telefon konuşmasında Judy Collins’e şiirini okurken telefon başında şarkıyı bestelediğini öğrendiğimde diyecek bir şey kalmamıştı artık. Şarkı sözü şiirdi: Özel bir şiir türü, ama gene de şiir. O yüzden şiir gibi okunmayı, şiir gibi yaşanmayı da hak ediyordu.

Ancak hem şiirin sınırlı, kendine özgü kuralları olan bir türü, hem de şiirden fazla bir şey. Yoksa oldukça tanınmış (ya da tanınmaya başlamış)  bir şair olan Cohen ne diye bir de şarkıcılık/şarkı yazarlığı macerasına girsindi ki? Eğer insanlara söyleyecek bir şeyiniz olduğuna inanıyorsanız, yazarsınız. Ancak beyaz üzerinde siyahın sınırlı bir ikna ediciliği, sınırlı bir gücü vardır. Bu güç de genellikle okumaya alışkın, söz’ün büyüsüne kapılmaya hazır insanlar üzerinde etkilidir. Oysa şarkı iki dillidir, sözüyle ve sesiyle kavrar, ikna etmeye çalışmaz ama ağza, zihne takılır. On dört yaşında dinlenen bir şarkı bazen otuzlarında yakalar insanı, esir alır, kendine bağlar, kendini yaşatır.

Sizi bir kere bir yerinizden yakalamış olan bir şarkı, bir zaman aralığından sonra yeniden karşınıza çıktığında yaşayacağınız kavuşma sevinci, eski bir dostla en umulmadık bir zamanda yeniden karşılaşmanın sevincini hiç aratmaz. Her şey ne kadar tanıdık, ne kadar yenidir. Duyduğunuz her dize, her melodi parçacığı sizi bir yandan gerilere götürürken,  bir yandan da o güne kadar hiç düşünmediğiniz yeni, farklı anlamlar kazanır.

[…]

Şiir ve şarkı sözünün farklı “raconları” ve farklı tüketilişleri var mutlaka. Bu farklı raconlar da müzikle şiirin farklı faaliyet ve üretim alanları olarak sınırlanmış olmasından doğuyor. Toplumsal işbölümünden yalnızca iktisat metinlerinde bahsedecek değiliz ya; işte burada da karşımızda. Toplumsal işbölümü insan faaliyeti alanları arasına bir duvar çeker, bir faaliyeti, bir üretimi diğerine kapatır. Her alan kendi kurallarını, kendi “raconunu”, kendi yeniden üretim koşullarını oluşturur; artık “dışarıdan” gelecek müdahalelere tahammül edilemez. Böylece bir yandan dev bir müzik sanayii oluşup müzisyenleri ve müzisyen adaylarını dev değirmen taşları gibi öğütmeye, ya yok etmeye ya da budayarak ortalamaya uydurmaya, sıradanlaştırmaya başlar; bir yandan da sanayileşebilecek kadar yaygın bir tüketici kitlesi olmayan şiir, kendine jüriler, yarışmalar, özel yayın organları ve ödüllerden kurulu seçkinci bir lonca sistemi üretir. Şiirle müzik arasında duruyorsanız,  tercihiniz kırk katırla kırk satır arasındadır: Ya daha popüler olduğu için sanayileşmiş, kapitalistleşmiş olan müzik alanına girip “serbest piyasa” koşullarına kurban gideceksiniz, ya da pre-kapitalist lonca sistemi içinde kalan şiirin alanına kapanıp, bir gün seçkinlerin kaymak tabakasının gözüne gireceğiniz anı bekleyeceksiniz.

Leonard Cohen tam da bunu yapmayı reddettiği için her zaman benim bir numaralı kahramanım oldu. Yoksa Kanada gibi bir ülkenin bir numaralı çağdaş şairi olmak, hatta ABD’de de edebi entelijensiyanın kaymak tabakasına dâhil olmak işten bile değildi onun için. Oysa Cohen kalktı bir şarkı yazarı oldu, şarkı söyledi. Bunu yaparken de bir sürü düşman kazandı:  Müzik piyasası onu çok uzun bir süre kabul etmedi, sınırda bekletti. Cazcılar onu “basit” olmakla, rockçular  “sıkıcı” olmakla suçladı. Bunların büyük çoğunluğu da Cohen’in şiirlerini dinleyip o söz ve o müzik arasındaki ince, karmaşık bağlantıyı anlamaya çalışmadı. Çünkü tam da o bağlantı, kendi alanına kapanmış sanat türlerinin varlığı için bir tehdit oluşturuyordu…

 

All Along The Watchtower

“There must be some way out of here,” said the joker to the thief
“There’s too much confusion, I can’t get no relief
Businessmen, they drink my wine, plowmen dig my earth
None of them along the line know what any of it is worth”

“No reason to get excited,” the thief, he kindly spoke
“There are many here among us who feel that life is but a joke
But you and I, we’ve been through that, and this is not our fate
So let us not talk falsely now, the hour is getting late”

All along the watchtower, princes kept the view
While all the women came and went, barefoot servants, too

Outside in the distance a wildcat did growl
Two riders were approaching, the wind began to howl

 

Gözetleme Kulesi Boyunca

“Buradan bir çıkış olmalı” dedi soytarı hırsıza
“Bir keşmekeş burası, bir huzur yok bana
Şarabımı içti tüccarlar, toprağımı eşti çiftçiler
Hiçbiri o zaman bunun kıymetini bilmediler”

“Telaşa mahal yok” dedi hırsız usulca
“Çoğumuza göre hayat bir şakadan ibaret yalnızca
Ama sen ve ben, gördük geçirdik bunları, kaderimiz değil bu
Yalan yanlış konuşmayalım şimdi, saat artık geç oldu.”

Gözetleme kulesi boyunca, manzaraya hâkimdi efendiler
Gelip geçerken tüm kadınlar ve yalınayak hizmetçiler

Bir yabankedisi uzaklardan tısladı
İki atlı yaklaşırken rüzgâr ulumaya başladı

(Çeviren: Ezgi Keskinsoy)

 

 

Save

Books Music

Darbeye karşı sokakta nasıl direnilir: Milletvekili Victor Baudin 1851'de Louis Napoleon darbesine karşı sokakta: How to take to the streets against a coup: Deputy Victor Baudin against Louis Napoleon's coup in 1851
1851: Milletvekili Baudin darbeye karşı

 

Darbeye karşı sokakta nasıl direnilir: Milletvekili Victor Baudin 1851’de Louis Napoleon darbesine karşı sokakta.
How to take to the streets against a coup: Deputy Victor Baudin against Louis Napoleon’s coup in 1851.

Uncategorized

Kasten yapılan sahtekarlıkla kayıtsızlıktan doğan yalancılığı birbirinden ayırmak bazen çok güçtür… Kasten kandırmak – bu çok farklı bir şey. Ama kendi doğrularından, fikirlerinden ve bunların özündeki hakikatten, ayrıntıları önemsemeksizin emin olmak – bu, dostum, özellikle dürüst olan insanların karakteristik bir niteliğidir… Kadın aşağı kata bakıyor ve holde Jane Wilkinson’ı görüyor. Kafasında gördüğünün Jane Wilkinson olduğuna dair tek şüphe yok. Öyle olduğunu biliyor. Yüzünü açıkça gördüğünü söylüyor çünkü – doğrularından bu kadar emin olduğu için – ayrıntılar önemsiz! Ona yüzünü görmüş olamayacağı söyleniyor. Yaa, öyle mi? Yüzünü görüp görmemesinin ne önemi var ki – o Jane Wilkinson’dı… Bunu biliyor. Ve bu yüzden soruları bilgisinin ışığında cevaplıyor, hatırladığı olgular üzerinde düşünerek değil. Kendinden emin tanığa her zaman şüpheyle yaklaşmalı dostum. Hatırlamayan, emin olmayan, şüphe duyan, bir dakika durup düşünen  –Ah! evet, öyle olmuştu galiba, diyen— tanık kesinlikle daha güvenilirdir!

Hercule Poirot, Lord Edgware’in Ölümü, Agatha Christie, 1933.

Konum ne denli doğrulukla ölçülürse, momentumun belirsizliği aynı oranda büyür ya da tam tersi.

Werner Heisenberg, Belirsizlik Makalesi, 1927.

Hercule Poirot 1933 yılında “pozitif bilgi”nin faydasızlığını, ona sahip olan (ya da sahip olduğu varsayılan) kişiyi ayrıntıları ve –semantik bağlamda henüz şekillendirilmemiş olgular her zaman ayrıntı özelliği taşıdıklarından— olguları görmezden gelmeye ve dolayısıyla onları daha önceden varolan, a priori bir “bilgi”ye uydurmak için çarpıtmaya, saptırmaya, yeniden yaratmaya ve yanlış anlatmaya ittiğini gözler önüne seriyor. Ancak Werner Heisenberg, Poirot’tan tam altı sene önce, tartışmasını varsayılan pozitif bilginin istenmeyen sonuçlarına değil de önermelerine dayandırarak, bu tür bilginin imkansızlığını göstermişti: “Nedensellik yasasının kesin formülasyonunda –‘bugünü kesin olarak bilirsek, geleceği hesaplayabiliriz’ – yanlış olan sonuç değil önermenin kendisidir.”[i] Heisenberg’in önermesi aslında Poirot’nun tartışmasıyla örtüşüyor: Fiziksel olguyu incelerken ayrıntılara girdikçe, kesinliğimizi kaybederiz. Sorun, bu gerçeği kabullenmeyip (daha geniş, daha genel fiziksel olgu hakkındaki), bilgimizin mutlak olduğuna, galaksilerin hareketinden fotonların ve elektronların hareketine kadar varolan her şeye uyarlanabileceğine inandığımızda ortaya çıkıyor. Bu yüzden varsayılan bilgimizin kesin olduğuna ne kadar inanırsak, bu bilgiye riayet etmeyen ince ayrıntıları o kadar görmemezlikten geliyoruz (mesela elektronun momentumu ve/veya konumu).

Kesin olan şu ki, Heisenberg ve Einstein’ın 1926’daki tartışması bu “bilginin” doğasına dair bir belirleme yapıyor: Heisenberg gözlemlenebilir/bilinebilir olguyu ölçülebilirliği açısından belirlemeye çalışırken, Einstein gözlemlenebilirliğin belli bir teoriye uyumla doğrudan bağlantılı olduğunu önererek ona meydan okuyor:

Heisenberg: “Atomun içindeki elektron yörüngesini gözlemlemek mümkün değildir. […] ama yalnızca ölçülebilir nicelikleri teorinin içinde ele almak mantıklı olduğundan, onları yalnızca kendilikler olarak olarak, yani elektron yörüngelerinin temsilleri olarak sunmak bana olağan geldi.

Einstein: “Ama fiziksel teoride yalnızca gözlemlenebilir niceliklerin ele alınması gerektiğine gerçekten inanmıyorsun, değil mi?”

Heisenberg “Görecelilik Teorisi’nin bu fikre dayandığını sanıyordum?” diye şaşkınlıkla sordu.

Einstein, “Belki bu tür bir akıl yürütme kullanmış olabilirim ama bu yine de saçmalığın daniskası. […] Gerçekte tam tersi geçerli: Neyin gözlemlenebilir olduğunu yalnızca teori belirler.”[ii]

Poirot’nun eleştirdiği tam da bu değil miydi? Yani gözlemlenebilir olguları kesin, önceden edinilmiş bilgiye uydurmak için bozmak? Terminolojide (görünürde) hafif bir kaymayı dikkate almazsak öyle gibi görünüyor. Fark şurada: Poirot bilgi (hatta pozitif bilgi) hakkında konuşurken, Einstein teoriye gönderme yapıyor, yani theoria’ya, yani, bir bakışa, bir görme biçimine, bir anschauung’a. Teori, en yalın anlamıyla, şeylere bakma biçimimizdir ve bu yüzden “neyin gözlemlenebilir olduğunu belirlediğini,” söylemeye gerek bile yoktur. Diğer yandan bilgi sophia’dır, varılan bir yerdir ve oraya bir kere vardığınızda belirsizliklere yer yoktur. Bu yüzden eğer ayrıntılar (olgular) istenmeyen belirsizlikler yaratma eğilimindeyse, onları görmezden gelmeniz ya da çarpıtmanız gerektiğini söylemeye bile gerek yok. Teori belirsizlikler üzerine kuruludur; bakış kayar, dolaşır, meraklanır, yeni veriyi içerir, değişir, mutasyona uğrar: a priori ve a posteriori arasındaki sıkıntılı dengeyi temsil eder. Diğer yandan pozitif bilgi, bir kere oluştu mu sabitlenir; daha fazla etrafına bakmaz, olgulara olması gerekeni söyler: a priori’nin a posteriori üzerindeki egemenliğini temsil eder. Kısacası, teorik fiil bir kere yerleşik bilgi olarak pıhtılaştığında ve kendisi üzerine düşünme yetisini kaybettiğinde, bilgi daha sonraki bilgi için kazanç değil risk oluşturur.

Bu bağlamda nazar bir kere sabitlentiğinde, pozitif bilginin, yani kendinden sorgusuz bir şekilde emin olan bilginin, bugün Köktencilik dediğimiz şeyin temelini oluşturma ihtimali vardır. Ama bir saniye, diyecek kendinden emin olmayan görgü tanığı, aynı şey Köktencilik’in taban tabana zıttı olarak bildiğimiz Aydınlanma’nın da temeli değil mi? Saçma, diye cevap verecek kendinden emin görgü tanığı, aynı şey birbirine taban tabana zıt iki varlığın temelini oluşturamaz, öyle değil mi? Emin olmayan görgü tanığı ikircikli kalacak ve “Köktencilik” ve “Aydınlanma” kavramlarının daha derinlemesine araştırılmasını talep edecek (ya da, üslubuna göre, rica edecektir) bizden.

[i] Werner Heisenberg, “Belirsizlik Makalesi”.

[ii] Werner Heisenberg, Der Teil und Das Ganze, R. Piper & Co., Munich (1969) Çeviri G. Holton.

Çeviri: Didem Kizen

Devamı

Uncategorized